Geçenlerde uzun uzun düşündüm.

Acaba, ders kitapları dışında elime alıp okuduğum ilk kitap hangisiydi?

Filmi geriye doğru sardığımda kesin olarak anımsayamadım ama gözümde bazı görüntüler belirdi.

Bizden beş/altı yaş büyük kuzenlerimizin okuduktan sonra bize bıraktığı İranlı yazar Samed Behrengi kitapları ilk aklıma gelenlerdi:

Küçük Kara Balık, Bir Şeftali Bin Şeftali, Sevgi Masalı...

Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe ve Cervantes’in Don Kişot romanlarının özetlenmiş çocuk versiyonlarını ilkokulda okumuştum ama gerçek anlamda okuduğum ilk romanın Yaşar Kemal’in “Höyükteki Nar Ağacı” adlı eseri olduğunu söyleyebilirim. Ortaokula yeni başlamıştım. Büyük ustanın tasvirleri o kadar etkiliydi ki okurken Sıtmalı Yusuf’un sıtma nöbetlerinde çektiği acıları adeta hissetmiştim, hâlâ da hissederim. Mehmet ve arkadaşlarının her derde deva olan nar ağacını aradığı Çukurova da gözümde canlanıyordu.

Yıllar sonra Ankara’ya ilk geldiğimde Yozgat ve Ankara kırsalında uçsuz bucaksız tahıl tarlalarındaki tek ağaçları gördüğümde aklıma ilk gelen şey yine höyükteki nar ağacı olmuştu.

Ardından Maksim Gorki’nin “Ana” isimli romanını okumuştum. Pavel’in mücadelesinden o kadar çok etkilenmiştim ki kitabı arkadaşlarım da okusun diye sınıf kütüphanemize hediye etmek istemiştim. Ne yazık ki 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden sadece iki yıl geçmişti ve edebiyat öğretmenim “nereden aldın bu kitabı, kimse görmeden aldığın yere götür” diyerek kitabı elime tutuşturmuştu.

Belki de haklıydı. İlkokulda ders sırasında dışarıyı izleyen bir arkadaşımız yerel şiveyle “Örtmenim, sudan kitaplar axer (akıyor)” diye bağırmıştı. Öğretmenler ve bütün öğrenciler, okulun altından akan dereye koşup, akan kitapları sudan çıkarmış, kenarda kurutmuştuk. Gorki’nin Ana romanı da oradan kurtardığım kitaplardan biriydi.

Okuma alışkanlığımda bu iki romanın etkisi büyüktür.

O yıllarda bende iz bırakan başka bir kitap da İlhan Selçuk’un makalelerinden oluşan “Düşünüyorum Öyleyse Vurun” kitabıydı. O yaşta yazdığı konuları pek anlamasam da Türkçeyi kullanışından çok etkilenmiştim. Peşi sıra Ziverbey Köşkü’nü bitirmiştim. Kısa ve anlaşılır cümleler, arı bir Türkçe ve şifreli metinleri ile ilhan Selçuk yazma arzumu keşfetmeme neden olmuştu.

Düşünüyorum da okuma alışkanlığının hayatımın akışına (Kimya ve biyoloji okuyup gazeteci olmama dahi) katkısı çok büyük olmuştu ve o alışkanlığı da sıkıyönetim günlerinde, askeri darbelerde yakılan, toprağa gömülen, evin aşağısından akan dereye dökülen kitaplardan kurtardıklarımızla kurduğumuz ev kütüphanemize borçluydum.

Okuyanla okumayan bir değil


Bütün bunları düşünmeme ve yazmama neden olan aslında Prof. Selçuk Şirin ile yaptığımız sohbetti. Verdiği istatistikler ilginçti. Türkiye’de her yıl yaklaşık 1.3 milyon çocuk dünyaya geliyormuş ve bu çocukların sadece 300 bin kadarının evinde kitap bulunuyormuş. Yani yaklaşık 1 milyon çocuk kitap olmayan bir evde doğuyormuş. Araştırmalara göre de o çocukların zeka gelişiminde en etkili dönem, okul öncesinde, yani o kitapsız evde geçirdikleri dönem oluyormuş. İlk 36 ayda kitapla büyüyen çocuk ile kitapsız büyüyen çocuk arasında ciddi bir “kelime hazinesi farkı” oluşuyormuş.

Sizi daha fazla rakamlara boğmak istemem.

Nobel Ekonomi Ödüllü James Hackman, geri dönüşü en yüksek yatırımın okulöncesi döneme yapılan yatırım olduğunu söylüyor. Bunu bilin yeter.

Bir milyon kitap


Selçuk Hoca, sosyo-ekonomik durumları kötü olan, kitaba ulaşmakta güçlük çeken ailelerin çocuklarını kitapla buluşturmak için ilginç bir proje başlatmış. Adı “1 milyon kitap”. https://1milyonkitap.com/ adresine girerseniz bütün detaylarını göreceksiniz.

Çok basit:

İster kendi çocuklarınıza bir set alın, ister bağış için alıp havuza atın. Aldığınız her set için bir set daha havuza atılıyor ve talep edenlere ulaştırılıyor. Benim durumum iyi, bir set beni kesmez diyorsanız, belli bir sayı belirleyip sponsor da olabiliyorsunuz.

Anlayacağınız bu havuz başka havuz.

Sürekli bir şekilde okumayı kötüleyip vasatlık havuzunu dolduranlara kulak asmadan, bir damla da olsa bu havuzun dolmasına katkıda bulunun siz.