Bizim çocukluğumuzda bağdan elma yürütmek, bostandan salatalık ve havuç araklamak adeta bir çocukluk geleneğiydi. “Bağa düşmek” suç olarak dahi görülmez, tersine çocuk için “büyüme şartı” sayılırdı.

“İnek” diye tabir edilen, asosyal, kuralcı, çalışkan bir öğrenci türünün mensubu olarak, bağa bostana düşme işine hiç sıcak bakmazdım. Kurallara aykırı ve rahatsız edici bir macera olarak görürdüm.

Ancak, o coğrafyada büyüyen her çocuk gibi benim için de bağa/bostana düşme bir “büyüme” şartıydı ve zamanı gelmişti. O büyük maceradan kaçamazdım.

Bizim evden aşağı camiye giden yolun sol tarafında, okul yolumuzda  Gıdış Hala’nın elma bahçesi vardı. Mahallenin çocuklarıyla hedef olarak orayı seçmiştik. Hava kararınca girip o yeşil elmaları ceplerimize doldurup kaçacak, okulun arkasında buluşup hasılatı birleştirecektik.

Gerçek ismini hiç öğrenemediğim, merhum Gıdış Hala mahallemizde Adile Naşit’e benzettiğim iki sevecen kadından biriydi. Beni de çok severdi. Gidip istesem bitiremeyeceğimiz kadar elmayı tereddütsüz verirdi. Üstelik sonbahar aylarında evlerimizde en çok bulunan meyve de elmaydı. Ancak Gıdış Hala’nın elma bahçesine izinsiz dalmazsak, büyüyemez, kendimizi kanıtlayamazdık.

Sağlık ocağının etrafındaki beyaz gövdeli Huş ağaçlarının arasında buluştuk. Yan taraftan akan dereyi geçerek bağa girdik. Herkes bir ağaca tırmandı. Ben hem üşendiğimden hem korktuğumdan yerde kalıp yetişebildiğim dallardaki elmaları toplamaya başladım. İşin en heyecanlı yerindeydik ve avazı çıkana dek bağıran bir düdük sesi duyduk. Hepimiz heykele döndük. Dalların kıpırtısı da yaprakların gürültüsü de durdu. Bir süre sonra tekrar elma toplamaya başladık. Meğer o arada duyduğumuz düdük sesinin kaynağı, sessiz sedasız bulunduğumuz elma ağaçlarına kadar gelmiş.

Düdüğü ikinci çalışıyla kendimi bahçe duvarından dereye atlarken buldum. Ağaca tırmanan arkadaşlardan biri “Kaçın Bekçi Esi Dayıııı” diye bağırdı. Hepsi yüksekten atlamak zorunda kalmıştı. Okulun arkasında toplandığımızda bazı arkadaşların kol ve bacaklarının çiziklerle dolu olduğunu, birinin topalladığını gördüm. Kaçarken elmaların büyük bölümünü de dökmüştük.

Bağa düşmek büyümekse, Bekçi Esi Dayı’dan kurtulmak katmerli büyümekti. Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sı gibi görev takıntılı biri olsa, bizi yakalar ya da ertesi gün karakola isimlerimizi verebilirdi. Ancak böyle bir durum yaşanmadı.

Biz çocuklar için büyüme yolunda ikinci eylem türü, devrimci gençlerin etrafında takılmak, onların eylemlerine destek vermekti. İlk görevimiz de sarı teksir kağıdına basılı, ne yazdığını dahi bilmediğimiz bildirileri kapı kapı dağıtmaktı. Yan komşunun kapısından başlayıp aşağı doğru giderken yine bekçilere yakalanmıştık. Bu kez bağa düşme konusunda hoşgörülü davranan mahalle bekçilerimiz, devlet işleri söz konusu olduğundan olsa gerek, Bekçi Murtaza’ya dönüşmüş, aynı hoşgörüyü göstermemişti. Bir anda kendimizi 8-10 yaşında çocuklar olarak jandarmanın önünde “o teksirleri size kim verdi” sorusuna yanıt verirken bulmuştuk.

12 Eylül 1980 sabahı, evimiz aranırken, jandarma karakol komutanı astsubaya yine aynı bekçilerin rehberlik ettiğini, yatak şiltelerini yere devirdiğini görünce, ikinci şoku yaşamıştım.

Kafamdaki “Babacan Bekçi Dayı” imajı sarsılmış, yerine kuralcı, kraldan çok kralcı, baskıcı “Bekçi Murtaza” imajı gelmişti. Okuyanlar hatırlayacaktır, Bekçi Murtaza, adeta devletin kendi bedeninde vücut bulduğuna inanır, kendisini Balkan Savaşı’nda şehit düşen dayısı Hasan gibi bir kahraman olarak görürdü.

TBMM’de kabul edilen Bekçi Yasası’yla binlerce Bekçi Murtaza sokaklara inecek. Ceplerinde taşıdıkları geniş yetkiler veren kanun, onların da Bekçi Murtaza gibi devletin kendilerinde vücut bulduğunu düşünmesini sağlayacak. Üstelik bu kez ellerinde sadece odundan cop ve düdük değil, bellerinde silah ve kelepçe olacak.

1940’larda yaşayan Bekçi Murtaza, Kolağası Hasan gibi davranırken nasıl trajikomik bir fotoğraf yarattıysa, güçlü bir polis ve jandarma teşkilatının olduğu, MOBESE ağlarının, gece görüş sistemlerinin, insansız hava araçlarının, yüksek teknolojinin bu kadar yaygın kullanıldığı bir çağda polis eşdeğerinde bir “bekçi ordusu” oluşturmak da benzer bir durum yaratacaktır.

Keşke bekçi kardeşlerimizin tamamını polis ya da jandarma olarak istihdam etseydiniz de yakın gelecekte sık sık önümüze çıkacak o trajikomik fotoğrafı yaratmasaydınız!