Kars’ta gece kar yağmaya başladığında çok mutlu olmuştum.

Kendimi Faik Bey Caddesi’ne attım. Koca caddede yapayalnızdım.

Yürürken uzun uzun görkemli taş binaların tahta panjurlu pencerelerinden gelen cılız ışıkları izledim.

O pencere camlarından birinin hemen arkasındaki derin duvar boşluğunda oturup dışarıda yağan karı izlediğim, rüzgarın uğultusunu dinlediğim, roman yazma hayalleri kurduğum günleri düşündüm.

Kış mevsimlerinde Kars’ı her ziyaretimde, o pencerelerden sızan ışıkları her gördüğümde olduğu gibi, bir kez daha Türkiye’nin dört bir yanına dağılmadan, dedeler, nineler ölmeden aynı masa etrafında “maaile” yediğimiz son akşam yemeğini anımsadım.

Bir ara başımı yukarı çevirip sokak lambasının önünden aşağı doğru süzülürken yıldız tozu gibi parlayan kar tanelerine baktım. Kulaklığımda Beethoven’ın “Moonlight” isimli eseri çalıyordu.

Kar tanelerinin bir kısmı gözlük camıma bir kısmı yanağıma düştüğünde, yüzümde anlamsız bir gülümseme oluşmuştu.

Kemal Burkay’ın “Hadi Gülümse” şiiriyle bestelenmiş Sezen Aksu şarkısı takıldı dilime. Biraz mırıldandıktan sonra sözlerini kendi durumuma uyarladım.

“Hadi gülümse, belki şehre kar yağar, mevsim kış olur.”

Cemal Süreya’nın dediği gibi “beyaz, uykusuz, uzakta” şehir Kars, bir kez daha mutlu ve huzurlu hissettiriyordu beni.

Bir köpek sesi geldi. Birden irkildim. Gerçekler cep telefonumun ana ekranında bildirim olarak sıralı duruyordu.

O kısa mutlu anı yaşadığım için kendimi suçlu hissettim.

Bir gün önce İdlib’den, Libya’dan şehit haberleri gelmişti. Bütün gün aklımı kemiren “ne için”, “kimin için” sorularını yeniden sormaya başlamıştım.

40-50 kilometre güneydoğumuzda, İran sınırında Corona virüsü kapıya dayanmıştı. “Olsun ben o virüsle baş ederim” demek, hastanelerimize, doktorlarımıza güvenmek, yetmiyordu. İnsanlarımızı, çocuklarımızı yaşlılarımızı kaybetme ihtimalini düşünmek bile ürkütücüydü.

Bitmiyordu: Daha Elazığ depreminin yaralarını tam sarmadan, İran merkezli depremde Van’da kerpiç evlerde yaşayan çocuklarımız ölmüştü.

Beni mutlu eden kar, aynı dakikalarda Van’da depremle yüzleşmiş insanlar için felaketi daha da ağırlaştıran bir durumdu. Bütün bunlar olurken Kars’ın büyüsüne kapılmak, yarattığı mutluluk ve huzur etkisini yaşamak son derece bencilce idi.

Kendi kendime “sadece coğrafya değil, gerilim de kaderimiz oldu artık” dedim. Aklıma yıllar önce Erzurum’da Universiade (Üniversiteler kış olimpiyatı) yapıldığında yaşanmış bir olay geldi.

Universiade’ın önündeki en büyük aksilik kar yağmaması olacaktı. Nihayet olimpiyat oyunlarının başlayacağı gün kar yağmaya başlamıştı.

O gün Erzurum’a inen bir uçak kar yağışı nedeniyle pisti pas geçmiş yeniden inişe hazırlanıyordu. O sırada uçaktaki bir nine, kesintisiz bir şekilde dua ediyordu.

Ninenin yanında oturan oğlu dayanamayıp sordu:

“Ana ne için dua edirsin?”

Nine yanıt verdi:

“Kar dursun, uçak sağ salim yere insin...”

Oğlu biraz da gülümseyerek, tepki gösterdi:

“Ay ana, aşağıda 500 bin kişi ‘kar yağsın Universiade yapılsin’ diye dua edir. Sen de ‘kar dursun’ diyirsin.”

Bugün ülkemizdeki durum o gün o uçaktakinin aynısı.

Biri için kurtarıcı olan, başka bir yerde başka bir insanın acısına dönüşebiliyor.

Mehmetçiğin İdlib’e Libya’ya yola koyulduğu anlar, 7 düvele had bildiren liderlerimizin ve taraftarlarının en güçlü hissettiği an olurken, Mehmetçik analarının en güçsüz, en çaresiz hissettiği anlara dönüşebiliyor.

Biri için mutluluk ve huzur veren, başka bir yerde başka insanların derdine dert katabiliyor. Kars’ta yağan kar bizi mutlu ederken, Van’da yağan karın depremzedeye hayatı zehir etmesi gibi.

Hayat böyle bir şey işte:

Herkesin derdi farklı.