10 yıl önceydi.

O zamanlar Aydın Doğan’ın Hürriyet gazetesinde yazıyordum.

Ramazan Bayramı’nın hemen ertesi günüydü.

Hiç tanımadığım birinden “bayram mesajı” geldi.



Odamdaydım, çalışıyorum.

Genç bir kız arkadaş girdi, simaen tanıyorum, muhabirlerimizdendi.

- Merhaba.

- Merhaba.

- Size bir mesaj getirdim.

- Kimden?

- Hiç tanımıyorum.

- Nasıl yani?

- Bayramda arkadaşlarımla birlikte Darülaceze’ye ziyarete gittik. Yaşlılarımızla sohbet ederken nerede çalıştığımızı sordular, söyledik, orada kalan ileri yaşlı bir beyefendi beni kolumdan tuttu, elinde Hürriyet gazetesi vardı, sizin bulunduğunuz sayfayı açtı, “Yılmaz’ı tanıyor musun?” diye sordu. “Hiç tanışmadık ama aynı binada çalışıyoruz, siz nereden tanıyorsunuz?” diye sordum. “Tanışmıyoruz” dedi, “sen söyleyeceklerimi ona söyle, o anlar, gerisini herkese söyler!”



Söyledikleri şuydu...



“Şeker Bayramı diye bize habire şeker, çikolata, baklava filan getiriyorlar, biz zaten hepimiz şeker hastasıyız, ayıp olmasın diye mecburen yiyoruz, sevindirelim derken öldürecekler bizi.”

“Önümüz Kurban Bayramı, bu sefer et getirecekler, sağolsunlar ama bizim aramızda neredeyse kalp hastası olmayan yok, kolesterolümüz filan felaket durumda, kavurmayı nasıl yiyelim?

“Yiyecek içecek sıkıntımız yok, bize burada gayet iyi bakıyorlar, ziyaretimize gelenler illa eli boş gelmek istemiyorsa, bari meyve getirsinler, ama meyveyi de gidip en kalitelisinden almasınlar, yaşımız belli, herkes protez kullanıyor, dişimiz kesmiyor, hafif pörsümüş, ucuzundan getirsinler.”



Hayatımda böylesine kahkahayla güldüğüm, ama duygularım kanarcasına utandığım bir başka mesaj almamıştım.



Her bayramda adeta otomatiğe bağlayarak, gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında yayınladığımız “Darülaceze’de bayram” haberleri film şeridi gibi geçmişti, gözümün önünden.



Hesapta çok iyi kalpliyiz ya...

O ruhsuz rutin haberlerle, güya vicdanlarımıza su serptiğimizi düşünüyorduk.



Aklımız sıra, mutlu etmek için ağzına fıstıklı lokum sokuşturduğumuz yapayalnız teyzeler... Dumanı tüten etli dolmaya ekmek bandırdığımız unutulmuş amcalar...

Haberin fonuna da ikinci bahar müziğini koy, sevap tamam.



Ne kadar yapmacık, düşüncesiz, hoyrat...

Suratıma tokat gibi çarpan mesajla, zihnime dank etmişti.



“Yılmaz’a söyle, anlar ve gerisini herkese söyler” demişti benim için...

O güne kadar aslında hiç anlayamadığımı, anlamıştım.

Ve, bu “hayat dersi” mesajıyla öğrenmiştim.

Oturup yazmıştım...



“Siz değerli okurlara söyleyebileceğim sadece şu...

Cami avlusunda simit kırıntısıyla beslediğimiz güvercin değil onlar.

İnsan.

Bizden bekledikleri üç dakika samimi sohbet, tek dal çiçek, hepsi o.

Üstelik, bayramdan bayrama açık görüş yapılan cezaevi de değil orası.

Hem kapıları daima açık... Hem de hiç tanımadıkları ziyaretçilerini hasretle kucaklamak için bekleyen kolları açık.”



65 yaş üstündeki vatandaşlarımıza haftada bir gün sokağa çıkma izni gelince, 10 yıl önceki bu hatıra düşüverdi aklıma...



Herkesi kendileri gibi bir eli yağda bir eli balda zannettikleri için, 65 yaş üstündeki herkesin gayet sağlıklı, gayet dinç ve tek başına sokağa çıkabileceklerini düşünüyorlar.

Herkesin gerekirse çocuğundan torunundan yardım alabileceğini, herkesin aile ortamına sahip olduğunu düşünüyorlar.

Halbuki...

Devletin huzurevlerinde ve özel huzurevlerinde onbinlerce insanımız yaşıyor, tek başlarına sokağa çıkıp dolaşabilmeleri imkansız.



Tek tek çıkarıp gezdirmeye ne devletin huzurevi personeli yeter, ne özel huzurevlerinin personeli...

Bana sorarsanız, belediyeler yapabilir bu işi.

Zaten sokağa çıkma yasağı olduğu için, zabıta arkadaşlar boşa çıkıyor, bu görevi eminim seve seve üstlenirler.

Veya, gönüllülerden ekipler oluşturulabilir.



Haftada bir gün, yapayalnız yüreklere “yol arkadaşlığı” edebiliriz.

Elbette çocukları olamayız, torunları olamayız.

Ama, onlara dünyanın en büyük ailesi olabiliriz.



Üç dakika samimi sohbet.

Tek dal çiçek.

Sokakta biraz temiz hava.

Hepsi o.



Hiç kimsenin, upuzuuun ömründen hatırladığı son kare huzurevindeki yatağından baktığı tavan olmamalı.

Gelin yapalım şu işi.