17 Temmuz 2021 Cumartesi öğlen saatlerinde İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıktım. Normal zamanlarda Ataşehir’de yoğun bir trafik olurdu. Bu kez yoktu. “İstanbul boşalmış” dedim kendi kendime.

İzmit’e yaklaştıkça durum değişti, trafik arttı. İstanbul-Ankara otobanı şehir içi yol gibi kalabalıklaşmaya başladı. Sakarya/Hendek’ten itibaren hızımızı saatte 10-15 kilometreye düşüren bir yoğunluk başladı. Ara ara hızlanabildiğimiz yerleri saymazsak Gerede kavşağına kadar böyle devam etti. Yol kenarları benzini biten, hararet yapan arabalarla doluydu. Özellikle Bolu Tüneli öncesindeki uzun viyadükte çekiciler kalan araçları götürmek için sıra sıra dizilmişti.

Bolu Tüneli’ni geçtikten sonra herkes kendini mola yerine ve benzinliğe atmıştı. Hayatımda bu kadar kalabalık bir benzin istasyonu görmemiştim.

Ben dört saatte sadece 200 kilometre yol gelmeme rağmen çok sıkılmış ve yorulmuştum. Almanya’dan, Hollanda’dan, Fransa’dan arabayla gelenlerin durumunu düşünemiyordum.

★★★

Oradayken güneş altında bekleyen insanları gözlemledim:

Hayata dört elle sarılabilmek, iş kovalamak, geçinebilmek için bedenleri farklı kentlere savrulan ama kalplerini her zaman en neşeli, en güzel günlerini geçirdikleri köylerde/mahallelerde bırakan insanları...

Kimileri 41 dereceyi bulan sıcağın altında, ter kan içinde araba için gelecek yol yardımını bekliyordu.

Kimileri araçlarını tamir etmeye çalışıyordu.

Kimileri, “az kaldı” diyerek gurbette doğan ve ısrarla “bu çileye değer mi” diye soran gençleri/çocukları ikna etmeye çalışıyordu.

O çocuklar/gençler, kendilerine sunulan göreceli refahın en büyük kaynağının, büyüklerinin gurbette hayata tutunmaya çalışırken içlerinde gizlediği o buruk hasretlik olduğunu bilse o soruyu sorar mıydı ki?

O çocuklar/gençler bütün itilip kakılmalara, dışlanmalara, emek sömürüsüne, örgütlü kötülüklere, ödenen bedellere ve hasretliğe rağmen, başlarını öne eğmeden onurluca yaşamaya çalışan büyüklerinin canlarında açılan derin yarayı, geçmiş günlerden kalan o büyük boşluğu anlar mı ki?

O çocuklar/gençler bir bayram sabahı, her karışına ayak bastıkları bahçede büyük bir masanın etrafında, zorlu yaşamın bütün gerçeklerini unutarak toplanmanın, mahalle arkadaşlarıyla sadece ve sadece anıları konuşup kahkahalar atabilmenin tadını bilir mi ki?

Kurban etiyle derenin kenarındaki çayırlıkta yapılan mangalın en güzel lokantadaki, en güzel yemekten daha lezzetli olduğuna o çocuklar ve gençler inanır mı ki?

★★★

Aklıma politik nedenlerle ülkelerinden sürülen, yıllarca gurbette yaşamak zorunda kalan aydınlarımızın, sanatçılarımızın memleket hasretini, gurbet hissiyatını en iyi anlatan Melike Demirağ şarkısı geldi. Hemen açtım. O “Şimdi İstanbul’da olmak vardı” diyordu ama ben “şimdi memlekette olmak vardı...” diye duydum...

Ne güzel anlatmıştı hasretini Melike Demirağ:

“Ak telli bulut olsam, bir rüzgara kapılsam, varsam bizim ellere, yağmur olup dökülsem...”

“Bir allı turna olsam, karlı dağları aşsam, varsam bizim ellere, kendi göğümde uçsam...”

“Minnacık tohum olsam, savrulsam dönümlerce, kış biter bahar gelir, açılsam yüzbinlerce, açılsam milyonlarca...”

Ben de kendimi memlekette hayal ettim.

Bırakın meyhaneyi, lokantası dahi olmayan küçük kasabalarda, köylerde, bir çeşmenin başında kurulan çilingir sofrasında, eski dostlarla tokuşturulan rakı kadehlerinin, atılan kahkahaların yarattığı mutluluk hissini düşündüm.

Anladım ki bu kadar insanı, bu kadar çileyi göze almaya ikna eden mesele sadece tatil ya da bayram değil.

Mesele, allı turna gibi kendi göğünde uçabilmek, mesele ak telli bulut gibi rüzgarlara kapılabilmek, mesele minnacık tohum gibi milyonlarca açabilmek...

Kendi göğünüzde uçabildiğiniz, rüzgarlara kapılabildiğiniz, tohum gibi çoğalabildiğiniz mutlu, huzurlu, neşeli bir bayram diliyorum!