Bir süredir Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayının kim olacağına dair ipe sapa gelmez, sözüm ona kulis haberleri yapılıyor.

İpe sapa gelmez dememi lütfen mazur görün, çünkü kulis deseniz kulis değil. Haber deseniz zaten haber değil.

Ya birilerinin sinsi  amaçlarla üfürdüğü saçma sapan söylemler ya da birilerin kendi bir takım ilişkilerin sağlamlaştırmak için, o kişi adına gazeteciliğinin kullanılmasına izin vermesi. Sosyal medyada “like kasmak” dedikleri cinsten teraneler.

Kusura bakmasınlar ama başka türlü tanımlayamıyorum.
Doğrulatılmaya çaba bile sarf edilmemiş, basenlerinden uydurdukları bazı şeyler işte.

Ancak şurası da bir gerçek ki; iktidar 20 yıl boyunca en çok medyayla uğraştı. Sonunda da iyice dibe çekmeyi başardı.

Nagehan Alçı


Bu sonucun yansımalarından biri de gazetecilerin kendilerini zaman zaman çok farklı noktalara konumlandırmaları oluyor.

Örneğin Nagehan Alçı. Seversiniz sevmezsiniz o ayrı ama ben Nagehan’ı son derece başarılı bir medya figürü olarak görüyorum. Polemikler yaratıyor, gündemde kalıyor, o veya bu şekilde o veya bu nedenle gündeme geliyor. Bir medya figürü olarak sürekli karşımızda.

Meselâ durduk yerde başkanlık sisteminin seçimlerden önce değişmesi gerektiğini savunup “Ben de yanılmışım. Bu sistem işe yaramıyor. Seçimden önce değişsin” dedi ve herkes bunu konuştu.

Hatta bu konuda o kadar çok konuştu ve yazdı ki; neredeyse yalvarırcasına “Lütfen bu sistemi tüm partiler bir araya gelsin ve değiştirsin” falan dedi.

Geçtiğimiz günlerde de, “Cumhuriyet 100 yaşına girerken nasıl bir Türkiye olacak?” başlıklı yazısında aynı konuyu sürdürerek, seçim sürecinde yaşanacaklardan duyduğu endişelerini sıraladı ve ekledi: “Kendimi sağdan soldan gelen araçların yoğunluğundan ve trafik lambalarının istikrarsız yanıp sönüşlerinden bir süre sonra arabaların birbirine gireceğini, korna gürültülerinden başka hiçbir sesin duyulmayacağı bir ortamın doğacağını öngören bir trafik polisi gibi hissediyorum.”

Allah Allah… Bir insanın ülkesi için endişelenmesini anlıyorum ama bir gazetecinin kendisini trafik polisi gibi görmesi tuhaf. Kabul, bir teşbih yapıyor ama yönetmeye kalkması da çok ilginç. Devam ediyor Nagehan:

“Elimde çubuk, ağzımda bir düdük iki taraftan vızır vızır gelen otomobillere trafiğin sıkışmayacak şekilde akması için yön göstermeye gayret eden bir trafik polisi…”

Elinde neden çubuk tuttugunu anlayamadım ama gazeteci sadece haber yapar, düdük çalmaz. Yazıda devam ediyor Nagehan:

“Ne kadar çok taşıt, ne kadar büyük yoğunluk olursa olsun trafiğin bir su gibi akacağı ve hiçbir şekilde tıkanıp araç sürücüleri arasında demir levyelerle kavgaların olmayacağı bir yöntem mümkün…”

Tabi Nagehan, anlatmaya çalıştığı Türkiye’nin, nasıl ve neden bu hale nasıl geldiğine hiç mi hiç değinmiyor. Ülke buralara tüm trafiğin tek şeritten sürdürülmeye  çalışılmasıyla geldi. Sürücüler zaman zaman dayatmayla, korkutmayla, zorunlu istikametlere yönlendirildi.Trafiğe nefes aldıracak yollar keyfe keder, hukuk tanımadan kapatıldı. İktidara yakın olanlara emniyet şeritleri dahil geçiş üstünlüğü tanındı. Tercihli yollar dizayn edildi. “Trafik polisleri” imtiyazlılara selam dururken, kendilerinden olmayanlara sürekli ceza yağdırdı, nefes aldırmadı. Bugünlere de işte böyle geldik.

Oturdukları yerden haber üretenlerin çoğaldığı ve Nagehan Alçı’nın “trafik polisliğine” soyunduğu medyada son durum bu işte.


Tunceli notları -2-


Üç gün boyunca Tunceli’yi gezdim. Aklım da kalbim de ruhum da orda kaldı.

Doğadaki renklerin sizinle dalga geçtiği bir coğrafya Tunceli. Sarı ve yeşil arasındaki büyülü geçişleri ağzınız açık izliyorsunuz. Geçen hafta Tunceli izlenimlerimi yazmıştım. O yazıya sığmayan bazı notları da aktarmak istedim.

Bazı işinsanlarının, sadece istihdam oluşturmak için kurduğu şirketlerin başında Munzur Su geliyor. Fakat suyun Türkiye’ye dağıtımı, Tunceli coğrafyasında zor.

Özellikle Erzincan’a bağlanabilecek 3.5 kilometrelik Ovacık-Ilıç Karayolu’nun açılması, bölgeyi ve Tunceli ticaretini çok rahatlatacak.

Fakat yıllardır yazılıp, konuşulmasına rağmen o yolun bir türlü yapılmaması yöre halkını çok üzüyor.

Tunceli ile ilgili aklımda kalan bir konu ise yemek. Hiç yemek düşkünlüğüm yoktur. Tüm günü peynir ekmekle geçirebilirim ve bamya hariç her yemeği yerim. Dolayısıyla benimle ilgili bir konu değil bu. Fakat bütün Doğu ve Güneydoğu illerinde yemek neredeyse bir sanat olarak görülürken, Tunceli mutfağının çok ama çok zayıf olması beni çok şaşırttı. Bölgede her ilin kendine has damak çatlatan lezzetleri varken, Tunceli mutfağının bu kadar sade olmasını anlayamadım.

Tunceli’de sokaklar ise hep hareketli. Günün her saatinde gençler bir arada ve sokaklarda.

Geceleri genç kızlar, kadınlar Anadolu’nun genelinin aksine barlarda, restoranlarda son derece rahat içkilerini yudumlayabiliyor ve birlikte eğlenebiliyorlar. Bu yanıyla da Tunceli bambaşka bir kültüre sahip.

“Yalan köleler yaratır, gerçekler özgürleştirir”


Meslektaşım Kürşad Oğuz HaberTürk’teki “Gelecek Fikirler” isimli programında, dünyanın önemli yazarlarını, düşünürlerini ağırlıyor. Ekranda birbirinden güzel söyleşiler yapıyor.

Bu çok önemli isimler, dünyanın nereyle gittiğine dair düşünce, görüş ve tespitlerini paylaşıyor.

Javier Cercas


Kürşad son olarak İspanyol yazar Javier Cercas’ı ağırladı. Mutlaka internetten bulup izleyin derim.

Son romanı ‘Sahtekar’ üzerine konuşurlarken Javier Cercas şöyle dedi: “Yalan köleler yaratır, gerçekler özgürleştirir. Bu yüzden iktidarlar yalan söyler. Çünkü insanları kendine bağlamak ister.”

Bu çarpıcı saptamanın bir tv röportajının uzaya yayılan dalgalarında yok olmasını istemedim.

Kürşad Oğuz’un röportajları, ülkede insanlar bir hay huyla sıradan konuları konuşmak zorunda kalırken değerli entelektülerin, yeni dünyayı analizini önümüze getiriyor. Tebriği de alkışı da takdiri de hak ediyor.

Satranç siyasete mi benzer hayata mı?


Satranç oynamayı severim. İnternette üye olduğum sitede, dünyanın dört bir yanından insanlarla keyifli maçlar oluyor. İzlemesi de güzel.

Satrancı hayata benzetenler de var. Ben buna katılmıyorum. Çünkü hayatı ne denli az ciddiye almayı beceriyorsan o kadar güzelleşiyor. Satranç ise hafife almayı asla kaldırmıyor.

Siyasete benzetenler daha çok. Bilemiyorum. Fakat satrançtan öğrendiğim bir iki notu aktarayım, hangisine benzediğine siz karar verin.

Asla rakibi küçümsememek gerekir. Puanı ne kadar düşük olursa olsun, hafife aldığınız bir rakip, sizi kısa sürede perişan edebilir.
Önemli hamlelerinizi kale, fil, vezir gibi taşlarla daha rahat yapabilirsiniz. Fakat ihmal ettiğiniz o piyonlardan, destek alamazsanız, kaybetmeniz kesindir.

Oyunda önde gidebilirsiniz. Havaya girerseniz, bir anda acı gerçeklerle yüz yüze gelirsiniz.

Gerçeklerden kopan, oyundan uzaklaşan, olup biteni iyi analiz edemeyen, kaybetmeye mahkumdur.

Bir de şöyle bir söz vardır; “Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konur.”

“Tanrım Beni Başkan Yarat”


Yavuz Saltık’ın bu kitabını biraz gecikmeli olarak okudum; “Tanrım Beni Başkan Yarat”.

İBB Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı görevinden önce araştırmacı ve yazar olarak birçok çalışmada imzası bulunan Yavuz Saltık, bu kitabında yerel yönetimlere aday olacak isimlere önerilerde bulunuyor.



Adaylığı düşünenlere, “Önce Anadolu tarihi ve kültürünü öğrenme” tavsiyesi veren kitabın önsözünde, İBB  Başkanı İmamoğlu’nun imzası var. Kitabın arka kapağında da eğitimci Prof. Selçuk Şirin şu tespiti yapmış. “Türkiye’nin siyasette yeni bir kuşağa ihtiyacı var. Bu yüzyılda yeni bir hikaye yazacaksak bunu yerelde eski siyasetçilerle yapamayız. O nedenle, yarın adaylık başvurusu yapacak olanlar da, aklının ucundan hiç siyasete girmeyi geçirmeyenler de bu kitabı okumalı.”

Yavuz Saltık bu kitapta, Türkiye’de pek görmediğimiz çalışmalardan birine imza atmış.