İstanbul’da ilk çevre düzenlemesini Edirnekapısı’nda Kariye Camii ve çevresinde yaptı.

İstanbul Belediye Başkanı Aytekin Kotil ile anlaşıp Yıldız ve Emirgan parklarında işbirliği yaptı.

Yap, işlet, devret modeliydi ama şimdikiler gibi ‘yap, işlet, götür’ modeli değildi... Belediye ‘bir kişi’ bile garanti vermedi! Yıldız Parkı’nın bakımını üstüne aldı! Köşkler, parklar onarılıp halka açıldı! Belli bir süre kullanılıp karşılığında kira ödendi! Gelirler belediyeye kaldı! Restorasyon masrafları kiradan düşülmedi! Ayrıca tarihi eserler sigortalandı!

Malta Köşkü’nü görenler tanıyamadı! Yıldız Parkı’ndaki Çadır Köşkü, ön ve arka bahçeleri, Emirgan Parkı’ndaki Sarı Köşk’e sihirli değnek değmiş gibi oldu. Çöplüğe dönen Çamlıca Tepesi mis gibi oldu.

Kargaşa kelimesi bile azdı. O, el atınca Kapıkule Gümrüğü yani Türkiye’nin en büyük giriş kapısı tanınmaz hale geldi.

Hayranı olduğu Atatürk’ün Şişli’deki tarihi evini onardı.

Sultanahmet’te Yeşil Ev otel ve bahçe projesi turizm sektörünün öncü projeleri arasına girdi.

Soğukçeşme Sokağı’nda Ayasofya Pansiyonları’nı tamamladı. Cedid Mehmed Efendi Medresesi’ni onardı, İstanbul El Sanatları Çarşısı haline getirdi. İstanbul Kitaplığı binasını bitirdi.

Zekeriya Köy’e yerleşti. Vakıf kurdu, birçok evin ve bahçenin restorasyonu ile ıslahını yaptı.

Cumhuriyet Türkiyesi’nin yıldızları arasındaydı fakat, memleketin değişmez bir adeti vardı;  iyilikler, güzellikler cezasız kalmazdı! O yeni projesi Fenerbahçe Parkı ile uğraşırken Özal hükümeti kafayı ona taktı. Gelir kaynakları birer birer kesildi! İnanılmaz vergi borçları çıkarıldı.

Kıt kaynaklarla Fenerbahçe’deki Romantika’yı, Soğukçeşme Sokağı’ndaki konukevini, Büyükdere’deki parkı yaptı.

1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı değişti! Yeni yönetim ilk iş, Çamlıca’yı, Emirgan ve Yıldız Parkları dahil tüm köşkleri, parkları ve başka ne varsa ondan aldı.

Büyükada’ya kaçtı! Yapılanlara karşılık haksızlıklar onu için için kemirse, sağlığını bozsa da duramazdı! Adalardaki at arabalarını dizayn ettirirdi! Fabiato Köşkü tepeden tırnağa onarıldı, bahçesi düzenlenip ‘Kültür Evi’ adıyla kitaplık, konser salonu ve kafe olarak hizmet vermeye başladı. Safranbolu’da Cevizli Konağı otel olarak düzenledi. Büyükada Araba Meydanı’nı düzenledi. Eski Bebek İskelesi’nin onarım projesini tamamladı.

Kırgın ve hasta olmasına rağmen Büyükada Vapur İskelesi’ni ele aldı. Üst katını şahane İstanbul manzarası ile Ada kültürüne yakışır bir cafe haline getirdi. Bu projenin son işi olduğunu bilemezdi!

5 Temmuz 2003’te Büyükada’da fenalaştı. Bir gün sonra da yaşamını yitirdi. Kalbi kırık öldü!

O, “Turing, tarihte ve ülkede bir ışıktı” diyen, aşkla bağlı olduğu İstanbul’a sayısız güzelliği geri veren, cennet gibi parklar armağan eden şair, yazar, ‘mekanları zamanın elinden ve kurtların pençesinden çekip alan’ efsane isim Çelik Gülersoy’du...

Kültür Tarihçisi Nezih Başgelen’in derlemesinden yararlanarak aktarmaya çalıştığım Gülersoy’un memleketimize yaptığı katkılar ve ona bu iyiliklerinin karşılığında yaşatılan haksızlıklar köşelere sığmaz. Ama en azından biri buraya sığar!

***

1994 seçimlerinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna Recep Tayyip Erdoğan oturmuştu. İstanbul’un yeni başkanı Bismillah, Çelik Gülersoy’un dönüştürüp İstanbul’a kazandırdığı Çamlıca’nın, Emirgan’nın, Yıldız Parkı dahil tüm köşklerin ve Büyükada İskele Cafe’nin sözleşmelerini iptal etti. Gülersoy çaresizdi, ‘hukuk devletinde’ polis eşliğinde direnemezdi!

Gel zaman git zaman AKP’li belediye başkanı Kadir Topbaş zorla istifa ettirildi. Koltuğa, başka bir AKP’li oturtuldu. Geçici yönetimin ilk işi Büyükada Vapur İskelesi üzerindeki şahane manzaralı cafeyi, Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yüksek istişare kurulu üyesi olduğu ve ‘yürü ya vakfım’ denmişcesine büyüyen TÜGVA’ya ‘2 bin’ liraya kiraya vermek oldu!

Büyükada’da ne yapıyor diyenlere TÜGVA’cılar şöyle izah etti: “Şuurlu gençlik yetiştiriyoruz!” Şuur için didinen TÜGVA, cafeyi sözleşmede olmamasına rağmen üçüncü kişilere kiraladı! Her kimse o üçüncüler, cafeyi görgüsüzlüğün dibine vurarak rengarenk tahtlı, tefli rakkaselerin raks ettiği, ‘ayranımız yok içmeye...’ halimize çok uygun düşecek şekilde düğün sarayına çevirdi.

Nereden mi biliyorum? TÜGVA’nın ‘şuurlu düğünlerinden’ birine bizzat tanık oldum, oradan... Araplar tarafından keşfedilmeden önce sık sık gittiğimiz adaya yanılıp bir kez daha gitmiştik. Vapur iskeleye yanaşmak için manevra yaparken Arap müzikleri yankılanmaya başladı. Nereden geliyor bu sesler derken indik vapurdan. Ne görelim? İskelenin çatısı ışıklar içindeydi. Ses oradan geliyordu. Gitme falan dense de, merdivenleri tırmanıp yukarıya çıktım. Eski Türk filmleri sahnesi gibiydi. Denizi arkasına alan parlak kumaşlarla süslü bir taht kurulmuş, tahtta en az taht kadar süslü gelin ve damat oturuyordu. Masalardaki konuklar büyülenmiş gibi ortada raks eden rakkaselere bakıyordu! Allah biliyor ya, ben de bakakaldım! Ayılıp merdivenleri inerken, “Bu herhalde Büyükada’ya son gelişimiz. Bir dahakine biz Türkler’den vize isterler” diyordum.

Neyse, İstanbullular belediyede iktidar değişikliği yaptığı için yeni yönetim, TÜGVA’ya yazı gönderdi, “Başkasına kiraya veremezsin cafeden çık” dedi. Sırtını sağlam dağlara dayayan vakıf çıkmadı tabi. Hır çıktı... Devletin polisi, zabıtalara göğsünü siper edince TÜGVA’cılar şu açıklamayı yaptı: Adalar ilçe temsilciliğimizi işgalden kurtardık!

TÜGVA’cıları savunan polis ve zabıtalar arasında yaşanan arbedeye, ‘Büyükada’da devlet devlete karşı’ deniyor, ama yanlış! Karşı karşıya gelen şey; Türkiye’ye değer katmaya çabalayan Çelik Gülersoy şuurunun ‘naifliği’ ile günümüzün pul pul dökülen ‘görgüsüz saltanat’ şuursuzluğu!