Düşük veya orta gelirli bir ülke ekonomisini yönetmenin birinci önceliği, milli geliri büyütmek olmalıdır. Buna, “pastayı büyütmek” de denir. İkinci öncelik, büyüyen milli gelir pastasını yurttaşlar arasında daha adil (eşitlikçi diye okuyun) dağıtmaktır. Pastayı büyütmek için çok yatırım yapmak gerekir. Çok yatırım yapmak için de çok tasarruf etmek şarttır. Çok tasarruf, az tüketim demektir. Az tüketim, zaten küçük olan pastadan yenen küçük dilimleri daha da küçültmeyi, en azından fazlaca artırmamayı zorunlu kılar. Çünkü düşük gelirli ailelerde tasarruf eğilimi doğal olarak düşüktür. Bu yüzden “pastayı büyütme” ile “pastayı eşit bölüşme” için alınması gerekli kararlar çelişir. Bu gerçek, siyasetçileri zor bir tercihle karşı karşıya bırakır. Dürüst olmak istiyorlarsa, halka “pastayı büyütmeye” mi, yoksa “pastayı eşit bölüşmeye” mi öncelik verdiklerini açıkça söylemek zorundadırlar. Ahlaki davranış budur. Hem pastayı hızla büyüteceğiz hem de mevcut pastayı daha eşit bölüştüreceğiz demek (hadi ahlaksızlık demeyelim ama) tutarsızlıktır.

TEFECİ KURBANI KÖROĞLU

Hem hızlı kalkınma hem de milli geliri daha eşitlikçi dağıtma sözü veren siyasetçilerin zihinlerindeki çözüm yolu “servet vergisi” ihdas ederek, mevcut milli gelirden “zenginin aldığı payı azaltıp, fakirin aldığı payı artırmak” olabilir. Böylece hem hızlı kalkınma için yapılması gerekli yatırımlar aksamayacak, hem de pastanın dişe dokunur mertebede büyümesini beklemeden yoksul halkın tüketim düzeyi yükseltilecektir. Buna yerli ve milli Robin Hood olan Köroğlu siyaseti denebilir. Ama bu çözüm Kristof Kolomb’un yumurtayı masada dik oturtması gibidir. Yani sivri tarafını kırmadan yumurtayı dik tutmak mümkün değildir. Yumurta kırılırsa, içi dışa akar. Buna da kimse cesaret edemez. Bunu gören siyasetçiler çözümü “dış borç” almakta görür. Dış borçla, hem yoksulların gelirini artırmak hem de yatırımlara (özellikle altyapı ve bayındırlık yatırımlarına) tam gaz devam etmek mümkün olur. Lakin dış borç almanın iki sakıncası vardır. 1. Dış borç, döviz arzını artırır.  Ulusal para, yapay olarak değerlenir. Kaynak tahsisi burkulur. Ülkenin tarım ve sanayi sektörleri dış pazarlarda rekabet edemez hale gelir. Bunun sonucu cari açık büyür. 2. Büyüyen cari açık, daha fazla dış borç alınmasını gerekli kılar. Daha çok dış borç aldıkça dış borcun faizi yükselir. Günün sonunda bizim Köroğlu tefeci kurbanı olmaktan kurtulamaz.

SEÇİMDEN ÖNCE SEÇİMDEN SONRA

1950’li yıllarda Süleyman Demirel, parlak bir mühendis-yöneticiydi. 30 yaşında DSİ (Devlet Su İşleri) genel müdürü olmuştu. Ülkelerinin geleceğinde önemli rol oynaması beklenen kişileri Amerikan dostu yapmak için ihdas edilen Eisenhower bursunu dünyada ilk alan kişi Demirel imiş. Demirel, Adalet Partisi başkanı olarak 1965’te seçim kazanarak iktidara geldi. 35 yıl sahnede kaldı. 2000’de Cumhurbaşkanı olarak rolünü tamamladı. Bir hesap adamı olarak bilinen Demirel’in icraatları hesaba gelmeyen kararlarla doludur. Çünkü o bir siyasetçiydi. Oy alması gerekiyordu. Emeklilik şartlarını kolaylaştırarak SSK’yı iki defa batıran odur. Tütün yetiştiricisine “kim kaç para veriyorsa 5 bin lira fazlasını vereceğim” diyen de odur. Seçim “eğik düzlemine” girdiğimiz şu günlerde iktidarın ve özellikle muhalefetin yaptığı iktisadi-mali açıklamaları izliyorum. Her iki taraf da söylemlerini “seçimi kazanmaya” yoğunlaştırmış durumda. Babam “kişi refikinden azar” der, bana iyi arkadaşlar edinmemi tembihlerdi. Ben de bugünün son sözünü ondan ilham olarak kurguladım.

Son söz: Siyasetçi rakibinden azar.