“Çanakkale ile ilgili anılarımı hiç unutmam. Ne zaman aklıma gelse gözlerim buğulanır ve ben, o hüzünlü türküyü mırıldanırım:

Ela gözlüm ben bu elden gidersem,

Zülfü perişanım kal melül melül.

Kerem et aklından çıkarma beni,

Ağla gözyaşını sil melül melül.

Bu türküyü Çanakkale Savaşı’nda Erzurum yöresinden bir asker geceleri siperde söylerdi. Sadece metreler mesafesinde karşımızda Anzak askerleri. Onlar da her gece beklermiş bu yanık, insanın içine işleyen güzel türküyü ve güzel sesi. Anlamasalar bile ruhlarına işlemiş. Bu duyguyla mektuplar yazarlarmış:

★★★

“Sevgili Babacığım,

Bir süreden beri Limni’deki hastanedeydim. Ateş hattına yeni döndüm. Dizanteri yüzünden çok zor günler geçirdim. Şimdi daha iyiyim. Savaşın bitmesini istiyorum. Artık canıma yetti. 1. Tugayın Tekçam mevkiine yaptığı taarruzu okumuşsundur. Ben de o taarruzda yer aldım. Daha fazlasını görmek istemiyorum. Türk siperlerine ulaştığımızda her şeyin ve hepsinin deniz topçu atışıyla paramparça edildiğini, Türklerin orada burada üçerli dörderli üst üste yığıldığını gördüm. Burada bir Connaught Taburu var. Bir haftadır ölüleri gömüyorlar.”

★★★

Erzurumlu kendini bu hüzünlü türkünün havasına kaptırır söyler de söylerdi. Hatta bazen siperden ayağa kalkar eskimiş siperlikli şapkasını sallar, Anzak askerlerine doğru bütün gücüyle haykırarak söylerdi bu türküyü:

Elvan çiçekleri takma başına,

Kudret kalemini çekme kaşına.

Beni unutursan doyma yaşına,

Gez benim aşkımla yâr melül melül...

Erzurumlunun tabanları çatlamış çıplak ayakları yeri döverdi. Sert bir bıçağın dayanıklı çeliği gibi bakardı gözleri. Saçları sık, kıvırcıktı. Yağmur gibi terlerdi bu türküyü söylerken.

Çanakkale’ye gelmeden, vedalaşırken, yeni evlendiği karısı eline katlanmış bir kâğıt sıkıştırmış.

“Bu da nesi?” diye, sormuş Erzurumlu.

“Sana bir dua yazdım. Al koynuna koy...” demiş, taze gelin.

“Seni korur...”

“Peki, öyleyse koynuma koyayım,” demiş Erzurumlu.

★★★

Karısına yazdığı son mektubunda şöyle diyordu:

“Canım karım, sarı gelinim. Gözümün nuru,  ismi gibi güzelim. Sabah güneş doğarken seni düşündüm, sen de güneş gibi aydınlık ve sıcaktın. Seni düşününce sana içimden mektup yazmak geldi. Kumandanımız Kazım Karabekir’den kâğıt kalem rica ettim, verdi. Sağ olsun. Kime mektup yazacaksın diye sordu. “Aileme...”  dedim. “Benden de selam söyle,” diye buyurdu. Kumandanımın da selamını iletiyorum.

Canım karım, bu vatanı kurtarıp evimize barkımıza döndüğümüz zaman ilerde bu kahramanlık destanını çocuklarımıza anlatacağız. Tekrar birlikte seninle tarlamıza domates, biber, acur kavun karpuz dikeceğiz ve onları neşeyle büyütüp toplayacağız. Yiyeceklerimizden artanı satacağız. Kazanacağımız parayla burma bilezik alacağım sana. Altın bilezik nasıl da yakışır senin o ak koluna. Ben bir çiftçiyim, ama vatanımızı korumak için de şimdi cephede askerim. 

Güneşin doğmasıyla birlikte siperlerimize doğrultulmuş yüzlerce topun kocaman namlularından dehşetli seslerle çıkan mermilere hiddetle yumruklarını sıkan askerim.

Düşman üzerine fırlamak ve onları toprağa sermek için dört gözle kumandanımızın ileri hareket emrini bekleyen askerim.

Gaziler’e ek destek olarak giderken. İlderesi’nde düşmanın binlerce fişeğinin düştüğü yerde düşmandan intikam için tüm sinirleri titreyen askerim.

Din ahret kardeşlerine yetişmeye engel olan her şeye bir dadaş bakışı fırlatarak ileri atılan askerim.

Güzel karım benim, canım, her şeyim, gözleri Erzurum çiçeği karım benim. Dün arkadaşlarımıza yardım etmeye giderken yol üzerinde her nasılsa düşman fişeğinden ateş alan bir mahra (cephane sandığı), yolu bilcümle kapamış, dini, vatanı, milleti için yoldan geçmeye devinen bizler, etraftan bulup buluşturduğumuz kum torbalarını sırtlayarak yanan mahranın üzerine attık. Her an patlayacak durumda olan mahra kum torbaları altında kaldı, ateşi söndürdük ve yolumuza engel olacak meşakkat ortadan kaldırıldı.

Tam vaktinde Gaziler’de bulunan silah arkadaşlarımıza yetişmek mümkün oldu. Arkadaşlarımızın cephaneleri bitmiş süngü savaşına girmişlerdi. Şarapnel parçaları havada yağmur gibi yağıyordu. Allah Allah sesleri heryeri yırtıyordu. Hüseyin Onbaşı’nın kolu kopmak üzere, ne olur kolumu kesin dedi. Kolu kesildi, kolunu düşmanların üzerine atıp kendisini arkadaşlarına siper etti...”

Kazım Karabekir


★★★

Erzurumlunun bu duygularla her seferinde türküyü söylerken yağmur gibi terlediğinde o dua yazılı kâğıt da ıslanırmış koynunda.

Beni ağlatırsan doyma yaşına,

Ağla gözyaşımı sil melül melül.

Beni unutursan doyma yaşına,

Gez benim aşkımla yâr melül melül...

Erzurumlu, Anzak askerlerine doğru haykırarak “Allah’a verilecek bir canım var, onu da burada vatanım için vereceğim” der gibi söylerdi bu türküyü. Bütün cephe boydan boya, siperler dolu asker dinlerdi bu türküyü. Erzurumlu bu türküyü söylemeye başlayınca savaş kesilirdi. Herkes tüfeğinin namlusunu yere çevirir, mavzerini, mitralyözünü, topunu, el bombasını unuturdu. Bu türküyü dinlerken Anzak askerler de terlermiş Erzurumluyla birlikte. Kocaman çizmeler giymiş yorgun, genç Anzak askerlerin tozlu elbiseleri terin karışmasıyla simsiyah kesilirmiş. Kimisi sırt üstü, kimisi de yüz üstü siperlere uzanırlarmış. On binlerce ölen gencecik askerlerden, taa dünyanın öbür ucundan Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan gelip buralarda neden hangi amaçla savaştıklarını bile bilmeyen, ön hattan sağ kalan Anzak askerleriydi bunlar. O kadar yorgunlarmış ki bu türküyü dinlerken uyur gibi hareketsiz yatarlarmış, kendilerinde ellerini oynatacak ya da bir kelime edecek gücü bile bulamazlarmış. Gökyüzünden gürültüyle geçen keşif uçaklarına bile başlarını kaldırıp bakmak gayretini göstermezlermiş.

★★★

“Senin sık sık savaşta olmanın daha doğrusu muharebede bulunmanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğini düşünüyorum. Gerçeği söylemek gerekirse Avustralya’da evde olmaya hiç benzemiyor. Pat pat pat diye her yerde makineliler çalışıyor, büyük top mermileri havayı acı, ince ve korkunç bir çığlık atarak yarıyor, büyük bir gürültü ile yere iniyor, toprağı parçalayıp kocaman çukurlar açıyor.

Siperdeki Türklerle aramızdaki mesafe bazı yerlerde yirmi adım kadar. Onlar da bizimle aynı şeyleri yapıyorlar. Bütün gün biz onlara onlar da bize bakıyor. Bazı özel günlerde onlar bizim vadideki siperlerimize her çapta top mermileri atarak hatları bozmayı ve mümkün olduğunca çok zarar vermeyi amaçlıyorlar. ‘Jack Johnson’ adını verdiğimiz büyük toplar 8-10 inç gibi çeşitli çaplarda. Mermilerinin havada gidişlerini duyabiliyor, bir sığınağa veya bir tünele girip patladıktan ve şarapnel parçaları yarımada üzerinde uçuşup dağıldıktan ve düşmesinden sonra tekrar açığa çıkıyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bir de ‘15’lik’ adını verdiğimiz küçük kardeşleri var, bunların çapı ise 75 milimetre. Bunlar hemen hemen tüfek mermileri gibi peş peşe geliyorlar, bunlar yağmaya başlar başlamaz yoldan bir an önce çekilmelisin.”

★★★

Erzurumlu türkü söylerken işte bu büyük toplar, 8-10 inçler, 15’likler, 75 milimetrelikler, bir daha savaşmayacakmış gibi susardı. O anda sadece bu türkü çın çın dolaşırdı tüm siperleri bir barış güvercini gibi. Kazanan sadece bu ses, bu türkü olurdu.  Bu türküyü dinleyen memleketine, evine, şehrine, köyüne kasabasına giderdi; ailesine eşine dostuna anasına babasına, karısına, çocuğuna, sevdiğine sarılırdı.

★★★

Ayın yeni dolunaya döndüğü bir gece, Biraz ötede Ay’ın şavkında gri kahverengi tüyleri, üst yanlarının inci desenleri parıldayan bir kukumav kuşu, kedi miyavlamasına benzer şekilde kısa ve tiz öttü durdu. Bunun haricinde derin bir sessizlik vardı. Erzurumlu bu türküyü söylemeyince, kendilerini bu kandan baruttan ölümden alıp götüren o büyülü ses gelmeyince, Anzaklar bir mesaj yazıp bir taşa bağlayarak Türklerin siperine attılar ve sordular, “Ne oldu o güzel sesli asker?” Cevap şu oldu: “Üç gün evvel vurdunuz!..”

Karacoğlan der ki ölüp ölünce

Ben de güzel sevdim kendi halimce

Varıp gurbet ele vasıl olunca

Dostlardan haberim al melül melül...”

★★★

Değerli okurlarım,

Yukarıdaki satırları “Atatürk”ün Fotoğrafına Bakarken” romanından tanıdığınız değerli yazar kardeşim Hasan Baran’ın yakında yine SÖZCÜ Kitabevi’nden çıkacak olan “Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa” adlı tarihi romanından alıntıladım.

İstedim ki, bu tatil günü, sıcak evlerimizde otururken Milli Mücadele’nin önsözü olan Çanakkale Savaşı destanını yazan, tarihin akışını değiştiren kahramanları, hep birlikte, bir kez daha minnet ve rahmetle analım...

Hasan Baran’ın bir sabaha karşı gözyaşları arasında kaleme aldığı bu çok etkileyici yazıyı, aziz vatanımızın nasıl kurtarıldığını hâlâ anlamak istemeyenlere inat, okuyup paylaşmanızı ve başkalarına da okutmanızı istedim.