Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine koyduğu rezervi kaldırması, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğiyle ilgili belgeyi onay için TBMM’ye göndereceği garantisi vermesi, birçok kesim için “sürpriz” olmuş gibi görünüyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse benim için sürpriz olmadı.

Zira görünen köy kılavuz istemiyordu.

Bir Amerikalı yetkili seçimlerden önce, “Joe Biden için Türkiye’de seçimleri kimin kazanacağından önemli olan şey, kazanacak olan kişinin İsveç’in NATO’nun üyeliğini onaylayıp onaylamayacağıdır” demişti.

Hatta bir adım öteye gidip, “Erdoğan kazanırsa, ilk dış politika icraatlarından biri Temmuz’daki NATO zirvesinde bunu yapmak olabilir” tahmininde bulunmuştu.

Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta önceki gün yapılan toplantıdan çıkan sonuç da bu “akıllı tahmin”i doğruladı.

★★★

Akıllı tahmin diyorum, çünkü Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumu, Erdoğan’ın siyaseten sıkışmış bir durumda olduğunu gören herkes, seçimde kullandığı dilin tamamen seçime yönelik olduğunu, seçimden sonra tam tersini yapacağını anlardı.

Sadece Erodğan mı?

O akıllı tahmini yapanlar, seçimi Kemal Kılıçdaroğlu kazansaydı da sonucun farklı olmayacağını biliyordu.

Zira, Körfez ve Rusya ile iyi ilişkilerin Türkiye’yi düzlüğe çıkaramayacağı görülmüştü. Siyasi ve ekonomik olarak sıkışmış Türkiye’nin uzun vadeli çıkarının, Avrupa Atlantik ekseninde kalmayı sürdürmesini gerektirdiği de gün gibi ortadaydı.

Hem NATO üyeliği hem Avrupa Birliği üyelik sürecinin devam ettirilmesi, Türkiye’nin küme düşmesinin önüne geçebilirdi.

★★★

Diğer taraftan Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliği için “teröre mesafe koyma” şartını getirmesi hakkıydı. Bu şartı gerekçe göstererek bir süre ayak diremesi de “akılcı” bir politikaydı.

İsveç’in Anayasasında değişiklik yapması, teröristlerin iadesi konusunda Türkiye’yle iş birliği yapması da bu doğru politik tavrın bir sonucuydu.

Ancak neticede Türkiye’nin İsveç’in NATO’ya girişini ebediyen imkânsız hale getirmesi son derece büyük bir stratejik hata olurdu (her şeyden önce İsveç’in bir Avrupa Birliği üyesi olarak Türkiye’nin AB üyeliğini ebediyen engellemesi sonucunu doğurabilirdi).

Bu da ülkemizin hem NATO içinde dışlanmasıyla hem Avrupa Birliği yöneliminin ebediyen son bulmasıyla noktalanabilirdi.

★★★

Erdoğan’ın söz konusu olan seçim olduğunda son derece köşeli konuştuğunu, bazen “vur” deyince öldürdüğünü, bu çerçevede de Avrupa Birliği’ne, ABD’ye rest çektiğini biliyoruz.

Ancak aynı Erdoğan’ın pragmatist bir lider olarak söylediklerinin, kullandığı köşeli ifadelerin 180 derece tersini de kolayca yapabildiği aşikâr.

Bu nedenle Erdoğan’a “Bir kez daha 180 derece döndü”, “yine sözünü tutamadı” gibi eleştiriler yöneltmenin bir anlamı yok.

Yapılması gereken, bozuk saatin dahi günde iki defa doğru saati gösterdiğini anımsayarak ve iktidarın (taktiksel olsa dahi) yüzünü yeniden Batıya dönme çabasını bir fırsat olarak görerek, atılan adımı desteklemektir.

Avrupalılar iki yüzlü olabilir.

Erdoğan ve hükümeti bir öyle bir böyle davranabilir.

Ancak özünde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma hakkı ve çabası yeniden gündeme gelmelidir.

Demokrasi, Özgürlükler, İnsan Hakları konuları yeniden en yüksek sesle dillendirilmelidir.