Türkiye ekonomisinin ezeli ve muhtemelen ebedi derdi cari işlemler açığıdır. Cari işlemler dengesi, bir açıdan firmaların “net gelir” bakiyesi gibidir. “Net gelir” (kâr diye okuyun) elde eden firmalar, kural olarak nakit sıkıntısı çekmez. Buna mukabil, net gelir elde edemeyenler yani zarar edenler sürekli nakit sıkıntısı çeker. Oluşan nakit açıklarını da piyasaya veya bankalara hatta çalışanlarına borçlanarak kapatır. Benzer şekilde, cari fazla veren ülkeler parayı koyacak yer bulamazken, cari açık veren ülkeler de sürekli döviz sıkıntısı çeker. Ortaya çıkan nakit döviz açığını da “dış borç” ile kapatır. Bu, cari açığı “kapatmak” değil “finanse etmek”tir. Cari açık borçla finanse edildikçe dış borç stoku büyür. Dış borç stoku büyüdükçe, dış borçlara ödenen faizler de büyür. Dış borç stoku şiştikçe, ülkenin “CDS” denilen risk priminin yükselmesi yüzünden ödenen faizin oranı da artar. Yüksek oranlı faizler de döner, cari açığı büyütür. Üstelik ülke zenginlerinin yaptığı yurt dışına servet transferleri de artar. Bu sürecin sonunda ülke ekonomisi “faiz hariç cari açık” vermeyecek kadar rekabet gücü kazansa bile “dış borç stokunun faiz yükü” yüzünden yeni dış borç almadan çarklarını çeviremez hale düşer. Türkiye bu noktaya yakındır.

ÖNCELİK DÖVİZ BULMAKTI

Cari açığı kapatmak ile cari açığı finanse etmek arasındaki farkı anlamayanlar veya anlamak istemeyenler ülkemizde çoğunluktadır. Sıradan insanlardan değil, bankacılar, iş insanları ile alaylı veya mektepli iktisatçılardan bahsediyorum. Onlara göre borç da olsa neticede ülkeye döviz gelmiştir ve döviz sıkıntısı ortadan kalkmıştır. Seçimlerden sonra ekonomi yönetiminde esaslı değişiklik oldu. Başkan Erdoğan, Merkez Bankası’nın başına “enflasyon, faizleri artırarak indirilir” paradigmasına iman etmiş uzmanlar getirerek “faizi düşürerek, enflasyonu indirme” iddiasından vazgeçti. Kanaatim bu bir hepten vazgeçme değildi. Başkan Erdoğan “dövizsiz kalmaktan o kadar koktu ki; faizlerin yükseltilmesine razı oldu”. Yani ölümü görünce, sıtmaya razı oldu. Yeni “A Takımı”nın özellikle Başkan Gaye Erkan’ın uzmanlığı, dezenflasyon değil, finansman yani para bulmadır. Zaten o sebeple başkası değil “o” Merkez Bankası’na guvernör olmuştur. Üç yardımcısının üçü de kendisi gibi hem Boğaziçi mezunu hem de ABD’den doktoralıdır. Faizci olmalıdırlar. Ancak tesettürlü Profesör Hatice Karahan’ın “faiz ile nassı” zihninde nasıl telif ettiğini çözemedim.

ORTODOKSİYE DÖNÜŞ

Mütebessim Bakan Nurettin Nebati “Heterodoks” (standart, Ortodoks teori karşıtı) bir iktisat politikası uyguladığını söylemişti. Yeni ekip ise tam anlamıyla Ortodoks bir politika uygulamaya başladı. Parayı sıktı, faizleri yükseltti ve ekonomiyi yavaşlattı. (Çıktı aralığını artıdan eksiye döndürme hikayesi). Bu yöntemle enflasyonu indirmeye koyuldu. Ama geçmiş enflasyonun atalet momenti fiyatları arkadan ittiriyordu. Dolayısıyla enflasyon düşmedi. Hemen düşmesini beklemek de haksızlık olurdu. Ama bu arada hoş bir şey oldu. Türkiye’ye adeta döviz yağmaya başladı. Hem de IMF’den ve Arap dostlardan değil. Yerli kaynaklardan. Anlaşılan CHP’nin iktidara gelmesinden korkup kaçan dövizler geri geldi. Petrol, doğalgaz ve emtia fiyatlarında yaşanan düşüşler, aylık bazda bile olsa cari işlemler dengesini eksiden artıya geçirdi. Guvernör Gaye Erkan, dış finansman çevrelerine “nakit yönetiminde” güven verince CDS’ler de yarıya indi. Bize de bunu takdir etmek düştü.

SON SÖZ:
Kaynağı ihracat olmayan döviz girişine güvenilmez.