Prof. Dr. Barış Doster, ülke gündemini ve laiklik tartışmalarını SÖZCÜ’ye değerlendirdi


Laiklik ve kız okullarıyla ilgili tartışmaları yorumlayan Doster, buradan başlatılan ‘Laiklik kaldırılsın’ söylemleri için “Bakın İranlı kadınlar eylem yaparken ‘Yaşasın Mustafa Kemal Paşa’ sloganları atıyorlar. Onlar laikliğin özgürlükle ve toplumsal barışla ilgisinin farkındalar” dedi


Türkiye kamuoyu bir süredir İsveç’in NATO’ya girmesine Türkiye onay verecek mi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Litvanya’da yapılan NATO zirvesine gitmeden önce öne sürdüğü taleplere karşı NATO ne yapacak, gerçekten zirvede bize katkı sunacak bir başarı elde edildi mi gibi konularla meşgul edildi.

İktidara yakın medya bu süreci “büyük bir başarı” gibi yansıttı ama acaba gerçekten öyle mi? Toplumun dikkati bu konuya çekilirken diğer tarafta aslında Türkiye için çok daha önemli ama üzerinde İsveç olayı kadar durulmayan gelişmeler olmaktaydı.

Bunlar arasında AKP ve MHP tarafından gündeme getirilen “laiklik” tartışmaları, ülkemizdeki mülteci sayısının önemli riskler yaratacak şekilde hızla artışı, her gün giderek yaklaşan yerel seçimler öncesinde muhalefet partilerinin açıklamaları, muhalefet seçmeninin bu açıklamalar karşısındaki duyguları ve daha birçok konu var.

Bunların hepsini en iyi Siyaset Bilimi uzmanlarımızdan biri olan Sayın Prof. Dr. Barış Doster’le konuştum. Aydınlatıcı açıklamalarını ilgiyle okuyacağınıza eminim.

Barış Doster, İsveç, Türkiye için samimiyetle lobi yapsa bile Türkiye’nin AB’ye üye olamayacağına dikkat çekerek, “ Çünkü bu AB’nin kendisini dünya ölçeğinde nasıl görmek istediğiyle alakalı” diyor. “Avrupa Birliği ne istiyor, diyor ki ‘Ben Türkiye’yi bir sığınmacı deposu, geçici ya da kalıcı bir tampon bölge olarak arada tutayım, bu sorunlu coğrafyalarla doğrudan sınır komşusu olmak yerine Türkiye’yi bir tampon bölge olarak konumlandırayım”. Avrupa Birliği tam da bunu istiyor. Sırf bu sebeple bile AB, Türkiye’yi asla üye yapmaz.”


AB, HIZLA ARTAN VE ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN NÜFUSUYLA TÜRKİYE’Yİ NİYE ÜYE YAPSIN?

Sayın Doster, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO zirvesi öncesinde yaptığı “Biz İsveç’in NATO’ya girmesini onaylayacaksak siz de bizi yıllardır beklettiğiniz AB sürecini hızlandırın” şeklindeki açıklamalarına AB’den hemen olumsuz cevap geldi ama bu Türkiye’ye farklı yansıtıldı. AB’ye girişimiz için siz hala bir şansımız olduğunu düşünüyor musunuz?

Avrupa Birliği ve NATO iki bambaşka kuruluş, NATO uluslararası bir savunma ve güvenlik örgütü, Avrupa Birliği ise statüsü gereği bir ulus üstü örgüt, hala da bu vasfından dolayı dünyada tektir. İkisinin de soğuk savaş döneminin başlangıç örgütleri olduğunu biliyoruz ama birinde; NATO’da patronaj ABD’nindir, Avrupa Birliği’nde ise Almanya ve bir ölçüde Fransa’dır. Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım, Avrupa Birliği kendi penceresinden baktığında; 1- Coğrafi olarak Türkiye’yi aldığı an Türkiye “AB toprağı” olacağından kimle komşu olacaktır; İran’la, Irak’la, Suriye’yle, Azerbaycan’la, Ermenistan’la, Rusya’yla vs. vs. Coğrafya olarak acaba Avrupa bunu ister mi? 2- Avrupa Birliği’nin organlarında temsiliyet neye göre belirleniyor “ülkelerin nüfuslarına” göre. Eğer Türkiye, Avrupa Birliği ülkesi olursa, Türkiye AB’ye girdikten sonra Avrupa Birliği organlarında Türk delegasyonu en kalabalık delegasyon olacak.3- Gelelim tarihine; biz tarihsel ve kültürel olarak Avrupa’nın hep “ötekisi” olmuşuz. Hem Müslüman kimliğimizle ötekiyiz biz, hem de Türk kimliğinden dolayı hep “öteki” olarak kodlanmışız. Okul kitaplarında böyle geçiyor. Acaba bunlar bizi isterler mi? Artı Gümrük Birliği’yle AB Türkiye’nin gümrük rejimi, dış ticaret rejimi, iç pazarı üzerinde zaten alacağını almış, bizi niye tam üye yapsın? Şimdi soralım, bir AB üyesi olan İsveç, Türkiye için samimiyetle lobi yapsa, Türkiye’nin AB üyeliğini samimiyetle desteklese bu gerçekler ortadayken hiçbir şey değişmez. Bırakın İsveç’i Almanya, Fransa istese bile bu gerçekler ortadayken bir şey değişmez. Çünkü bunlar ölçekle ilgili, nüfusla, tarihle, coğrafyayla ilgili, kültürle ilgili. Avrupa Birliği’nin kendisini dünya ölçeğinde nasıl görmek istediğiyle alakalı gerçeklerdir.

YUNANİSTAN’DAN KAYNAKLANAN O KADAR ÇOK SORUN VARKEN MİÇOTAKİS’LE NE KONUŞULDU?

Bunları Türkiye Dışişleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bilmiyor olamayacağına göre demek ki ortada “AB’ye girmemiz hala mümkün ve biz bunu sağlarız” gibi bir yanıltma var. Yunan Başbakanı Miçotakis de “Türk-Yunan ilişkilerinin yakınlaşması Türkiye’nin AB’ye yakınlaşmasına yardımcı olur” dedi. Oysa Miçotakis görüşmesinde “kıta sahanlığı, adalarımız” meselesinde sonuç nedir, onu bile öğrenemedik.

Bunları öğrenmemiz de mümkün değil. Çünkü Türkiye ile Yunanistan arasındaki çetin meselelere baktığımızda bir Kıbrıs var, bir de bizim “deniz yetki alanları” olarak kodladığımız kıta sahanlığı, kara suları ve münhasır ekonomik bölge var. Bir de elbette Yunanlıların son yıllarda işgal ettikleri 20 kadar ada ve adacık var, bunları Sözcü de sık sık gündeme getiriyor, özellikle Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Ümit Yalım devamlı gündemde tutuyor. Bütün bunlar ortadayken ve Yunanistan, Türkiye aleyhine ne kadar konu varsa; PKK-PYD-YPG, FETÖ gibi terör örgütlerini desteklemekten tutun, sözde soykırım iddialarını tanımaya kadar Yunanistan; Türkiye karşıtı bütün hamlelerin, adımların doğrudan içinde olan bir ülke. Yunanistan, Türkiye’nin diğer ülkelerle yaşadığı sorunlarda bile hep onların safında olan bir ülke. Türk-Yunan sorunlarının tamamı da Yunanistan tarafından kaynaklanan sorunlardır ve orta-uzun vadede Yunanistan esneklik göstermeden çözümü de mümkün değildir. Peki, o zaman Miçotakis’le ne konuşuldu?

TÜRK KAMUOYU AB’NİN TÜRKİYE’Yİ ASLA TAM ÜYE YAPMAYACAĞINI BİLİYOR!

“AB’ye hiçbir zaman giremeyeceğimiz” hemen Almanya Başbakanı tarafından ima edilmesine rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dönüşte hala “Olumlu bir hava hakim” demesini, iktidara yakın medyanın “büyük başarı” başlıklarını nasıl yorumlamak lazım, Türk halkına hikaye mi anlatılıyor?

Ben Türk kamuoyunun da Avrupa Birliği konusunda eski hevesinin, eski heyecanının kalmadığını gözlemliyorum. Şundan; çünkü Türk kamuoyu da hangi partiye oy verirse versin Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi asla tam üye yapmayacağını biliyor. Çünkü; AB kendi açısından, Türkiye’yi tam üye yaparsa başka bir lige çıkar, üye yapmazsa başka bir ligde oynamaya devam eder. Dünyada bunca kriz varken, Rusya-Ukrayna savaşı bir tarafta, ABD-Çin gerginliği bir tarafta, pandeminin artçı şokları, tedarik zincirlerindeki aksamalar hatta kırılmalar başka bir tarafta, Suriye-Ortadoğu bambaşka bir tarafta, acaba Avrupa Birliği Türkiye’yi üye alıp bunun da ağır maliyetine katlanıp küresel bir oyuncu olmak ister mi yoksa Türkiye’yi üye almaz ve mevcut statükosunu muhafaza etmek ister mi? Avrupalılara sormamız gereken soru bu.

AB, TÜRKİYE’Yİ BİR “TAMPON BÖLGE” OLARAK TUTMAK İSTİYOR, SIRF BU SEBEPLE DAHİ TÜRKİYE’Yİ ASLA ÜYE YAPMAZ!

Şimdi tabii bir de 10 milyon Suriyeli, Afganlı vb. yabancının içeri alındığı ve bir kısmının vatandaş yapıldığı bir Türkiye söz konusu. Sınırlarını mültecilerden korumak için en yüksek tel örgüleri ören, Avrupa’ya geçenleri “Geri Kabul Anlaşması” yaparak Türkiye’ye geri gönderen AB ülkeleri, bizi üye yaparak bu kadar yabancıya da geçiş verir mi?

Şimdi, Avrupa Birliği Türkiye’yi aldığı anda Türkiye’ye Suriye’den “geçici koruma statüsünde” giren bir sığınmacı, İran üzerinden giren bir Afganlı Edirne’den çıkar Paris’e gider, Berlin’e gider, Roma’ya gider. Oysa Avrupa Birliği ne istiyor, diyor ki “Ben Türkiye’yi bir sığınmacı deposu, bir sığınmacı kampı, geçici ya da kalıcı bir tampon bölge olarak arada tutayım, bu sorunlu coğrafyalarla doğrudan sınır komşusu olmak yerine Türkiye’yi bir tampon bölge olarak konumlandırayım.” Avrupa Birliği tam da bunu istiyor. Sırf bu sebeple bile AB, Türkiye’yi asla üye yapmaz.

ERDOĞAN’IN NATO ZİRVESİNDEKİ U DÖNÜŞÜ O KADAR TEPKİ ÇEKTİ Kİ İKTİDAR “İSVEÇ’İN ÜYELİK KARARI HENÜZ BİTMEDİ” HAVASI YARATTI!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yaktıktan sonra İttifak ortağı Devlet Bahçeli “Asla olmaz” diyerek nedenleri sıralıyor ve sanki İsveç’in NATO üyeliği şu anda Cumhur İttifakı’nın kararına bağlıymış gibi onu ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa zaten şu anda İsveç’in girmesi kesinleşmiş değil mi?

İsveç’in NATO’ya girişi konusunda Vilnius’ta Erdoğan’ın U dönüşü kamuoyunda o denli tepki çekti ki iktidar “Canım daha bu iş bitmedi, İsveç’in NATO üyeliğine Evet demedik, “İsveç’in üye olmasının önünü açmaya Evet dedik” şeklinde bir hava yaratıyor. Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik de bu açıklamayı yaptı, “Meclis karar verecek” dedi. Demek ki bu tepkiler iktidarı “yaptığını bir kez daha düşünmeye” sevk etti. Bu işin bir boyutu, ikincisi; diplomasi boyutu yanında stratejik iletişim süreci açısından baktığımızda hiç uzaklara gitmeyelim, NATO zirvesi öncesinde son bir hafta on gün içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un “İsveç’in üyeliğiyle ilgili” açıklamalarını alt alta yazsak herkes ne derdi; Türkiye asla İsveç’in üyeliğine razı gelmeyecek derdi.

Evet, “Ben burada olduğum sürece asla giremez” demişti Cumhurbaşkanı Erdoğan.

İsveç’in NATO üyeliğine karşıtlığımızın altını çizmek amacıyla o kadar sert, o kadar çerçeveli, o kadar iddialı laflar edildi ki o yüzden ortalama herkes dedi ki; Arkadaş biz bu İsveç’e Evet demeyeceğiz. Fakat gidip Vilnius’taki NATO zirvesinde bu konuda bir U dönüşü yapılınca iktidar bunu izahta zorlandı. Beklenti ne kadar yüksekse o gerçekleşmediğinde düş kırıklığı da o kadar derin olur. Dönüşte bakıldı ki kamuoyunda derin bir düş kırıklığı var, o yüzden iktidar cenahından “Henüz bu iş bitmedi, biz icraata, fiiliyata bakacağız, daha TBMM safhası var” şeklinde açıklamalar gelmeye başladı.

NATO ZİRVESİNDE İSTEDİĞİNİ ELDE EDEN ABD, U DÖNÜŞÜ YAPAN TÜRKİYE OLDU!

Biden neden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sırtını bu kadar sıvazladı sizce?

ABD Başkanı, dünyanın ekonomik olarak en büyük gücünü, en büyük silahlı kuvvetlerini yöneten bir adam olarak gerçekçi, akılcı ve faydacı davranır. Yani meseleleri ABD Başkanı’nın kişiselleştirmek, duygusallaştırmak gibi bir konforu ve lüksü yoktur. ABD Başkanı da diyor ki; “Arkadaş ben 5 yıl daha Türkiye’de bu siyasetçiyle muhatap olacağım, o yüzden ben ABD’nin çıkarları adına, NATO’nun genişlemesi adına bu gerçeği kabul edip ona göre davranmak durumundayım”. Bu zirvede istediğini kim aldı, ABD aldı. Kim U dönüşü yaptı, Türkiye U dönüşü yaptı, ABD İsveç’in üyeliğini istiyor muydu, istiyordu ve elde etti. ABD, Türkiye’nin Rusya ile arasına mesafe koymasını istiyor muydu, istiyordu, elde etti, peki Türkiye karşılığında ne elde etti? Diplomasi bir “al-ver” süreci ise, diplomatik müzakerelerde tarafların maksimalist davranma konforları yoksa –ki yoktur- o zaman biz ne elde ettik? “Efendim, F16’lar konusunda ABD Başkanı dedi ki “Ben F16’ları Türkiye’ye vereceğim”, peki bizim amacımız F16 almak mıydı, yoksa biz F35 mi istiyorduk? Dikkat edin, F-35’lerin adı bile anılmıyor. AB üyeliğinde ümit var mı, anında Almanya’dan açıklama geldi, yok. Bize teslim edilmeyen, endüstrimizle, sanayimizle üretim zincirinin bir halkası olduğumuz F35’lerle alakalı bir ümit var mı, hayır yok. F16’lar konusunda da ABD Başkanı dedi ki; “Arkadaş ben çok istiyorum, Kongre’de istemeyenler var, ben onları da bu sefer iknaya gidiyorum”. Yani biz ceket istemişiz, bize demişler ki “ceket yok, sana kravat verelim ama kravat vermek için de belli şartlarımız var”, o durumdayız biz.

TÜRKİYE’NİN YAKICI ŞEKİLDE PARAYA İHTİYACI VAR, NATO’DA ALTTAN ALMASININ EN ÖNEMLİ NEDENİ BU!

Türkiye ekonomisi şu anda bugüne kadar olandan da daha ümitsiz duruma geldi. Şimdi Martı gibi bazı Türk şirketleri New York Borsası’na girmişler. Acaba, ABD’den, Avrupa’dan para bulma ümidiyle mi NATO’nun isteği kabul edildi?

Bence en büyük hedef o. Çünkü Türkiye’nin yakıcı bir şekilde paraya ihtiyacı var. Putin bu konuda seçim öncesinde “Doğalgaz faturalarını gecikmeli ödeyin, öteleyelim” diyerek üzerine düşeni yaptı ama Rusya’dan daha fazla bir parasal kaynak, bir yatırım gelmez, çünkü Rusya kendi canının derdinde. Önümüzdeki günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir “Körfez” gezisi olacak, o da medyaya yansıdığı kadarıyla bir 25 ya da maksimum 30 milyar dolarlık bir beklenti var, fakat bu Körfez ülkelerinden gelebilecek paranın, sermayenin niteliği önemli. Yani, borsada mı yatırım yapacak, paradan para mı kazanacak, yoksa özelleştirmeyle elde avuçta kalan en verimli, en karlı kurumlarımızı bankalarımız mı alacak, yoksa gelip üretime, yatırıma, istihdama, ihracata dönük; tekstilden otomotive kadar, beyaz eşyadan elektroniğe kadar binlerce işsizimizin istihdam edildiği, katma değer yaratan fabrikalar mı kuracak bu Arap sermayesi, hangisi? A mı, B mi, C mi? C olmadığı kesin, o zaman Körfez sermayesi de bizim derdimize derman olmayacağına göre geriye tek bir adres kalıyor, o da Batı. Türkiye zorda, dikkat ederseniz Mehmet Şimşek’le birlikte adında İMF olmayan bir İMF programı uygulanmaya başladı ve o yüzden ben Batı’dan gelebilecek yabancı sermayenin, Batılı kreditörlerden Türkiye’ye yeni kredi musluklarının açılmasının bu gezinin asıl hedefi olduğunu düşünenlerdenim.

STRATEJİK GÖÇ MÜHENDİSLİĞİ DİYE BİR KAVRAM VAR; EMPERYALİST GÜÇLER YIKMAK İSTEDİKLERİ ÜLKEYE KİTLESEL GÖÇLERİN ÖNÜNÜ AÇARAK REJİMİNİ İSTİKRARSIZLAŞTIRIYOR!

İran, 10 günde yakaladığı 18 bin Afgan’ı ülkesine geri göndermiş. Bu sayı Türkiye’deki göçmen, kaçak göçmen sorununun ciddiyetini de anlatıyor. BM mülteciler Yüksek Komiserliği Ocak 2023’te Suriyelilere yönelik bilgilendirmede; “Suriyeliler Türkiye’ye yasa dışı yollarla girmişse bile cezalandırılamaz, hiçbiri kendi isteği dışında geri yollanamaz” diyor. Bir de Avrupa’nın “Geri Kabul Anlaşması” var, acaba bu mülteciler AB ve BM tarafından gerçekten “hiç gitmemek üzere” mi gönderildiler?

Şimdi zaten bu “geçici koruma” statüsündeki sığınmacılar sadece demografik yapıyı ve bu yapı üzerinden sosyolojik yapıyı tahrip etmekle kalmıyorlar, bunlar aynı zamanda çok büyük bir ekonomik yük, aynı zamanda büyük bir toplumsal ve kültürel yük. Aynı zamanda güvenlik kuvvetlerimiz, mahkemelerimiz açısından büyük bir yük ve bunlar için harcanan para 100 milyar doların çok çok üzerinde. Bu, işin bir boyutu. İkincisi, benim dikkat çekmek istediğim bir unsur daha var; son 15-20 yıldır siyaset bilimi uluslararası ilişkiler literatürüne -ben de yurt dışında hocalık yaparken bunu görmüştüm- stratejik göç mühendisliği diye bir kavram girdi. O da, büyük güçler, emperyalist güçler hedefledikleri ülkeye, yıkmak, bölmek, parçalamak istedikleri ülkeye böyle yığınsal, böyle kitlesel göçlerin önünü açarak o ülkenin demografisini, sosyolojisini, ekonomisini, demokrasisini, rejimini istikrarsızlaştırıyorlar. Suriye ne zaman karıştı, 2011 yılı Mart ayında, yıl kaç; 2023 Temmuz, aradan geçen 12 yılda ülkemize gelen Suriyeli sayısı arttı, ülkemizin cebinden bunlar için harcanan kaynak katlandı.

GÜVENLİK, EKONOMİK, TOPLUMSAL, SİYASAL BOYUTUYLA ÇOK BOYUTLU BİR TEHLİKEYLE KARŞI KARŞIYAYIZ!

Güvenlik olayları da katlandı.

Güvenlik olayları, kapkaç, hırsızlık, cinayet, tecavüz, bütün bunlara baktığımızda Türk yargısının sırtındaki dosya sayısı artı, Türk Emniyeti’nin üstündeki yük arttı, Türk toplumunun üstündeki vergi yükü, iktisadi yük arttı, Hatay başta olmak üzere pek çok şehrimizde demografi Türkler aleyhine, Suriyeliler lehine değişti, bütün bunları alt alta yazdığımızda iktisadi boyutuyla, güvenlik boyutuyla, toplumsal kültürel boyutuyla, siyasal boyutuyla çok boyutlu bir tehditle karşı karşıya olduğumuz aşikar. Artık bunun sürdürülemez olduğunu hükümet de görmüş olsa gerek ki artık sıklıkla, biraz da vatandaşın bu konudaki hassasiyetini yatıştırmak adına, “yakında dönecekler, yeni hükümet bu konu üzerine daha etkili bir şekilde eğiliyor, ülkelerine yollamak için görüşmeler başladı” şeklinde açıklamalar yapılıyor. Çünkü, bu geçici sığınmacılar meselesi Adalet ve Kalkınma Partisi seçmeninin de, diğer partilere oy veren seçmenin de gündemindeki ilk 3 maddeden biri.

TÜRKİYE DÜNYADA EN FAZLA GEÇİCİ SIĞINMACIYI AĞIRLAYAN ÜLKE!

Bilge siyasetçi Hüsamettin Cindoruk 3 yıl önceki bir röportajımızda “Türkiye’nin en önemli beka sorunu Suriyeli mültecilerdir” demişti. Şimdi bazı hastaneler; günde 30 doğumdan sadece 2’si Türk, 28’i Suriyeli diye açıklama yapıyorlar.

Çok saygı duyduğum bir siyasetçidir, bu yorumunda da çok haklı. Türkiye’nin devlet kapasitesine, iktisadi ve siyasi gücüne, nüfusuna baktığımızda dünyada en fazla geçici sığınmacıyı ağırlayan ülke.

ANAYASA MAHKEMELERİNİN DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE HANGİ ACI DENEYİMLERİN ÜRÜNÜ OLDUĞU AŞİKARDIR!

Bu arada iktidar ortağı Devlet Bahçeli “Anayasa Mahkemesi Kandil’in kuyruğunda” diyerek onu hedef aldı. Daha önce de “Anayasa Mahkemesi kapatılmalı” demişti. Milli Eğitim Bakanı’nın “Kız çocuklar için ayrı okul” açıklamasına BBP Genel Başkanı Destici’den, MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’dan destek geldi. Hatta Ayasofya eski İmamı “laiklik engelse kaldırılsın” bile dedi. Acaba Türkiye NATO ve AB ile meşgulken bu tarafta daha önemli gelişmeler mi oluyor?

Anayasa Mahkemeleri dünyada 2. Dünya Savaşı sonrası konjonktürün ürünü olan yüksek mahkemelerdir. Özellikle Almanya deneyimi dünyaya “iktidarın da anayasal anlamda, anayasa yargısı anlamında bir denetimi” olması gerektiğini göstermiştir. Derler ki “Keşke bu ülkelerde de bir güçlü, saygın anayasa mahkemesi olsaydı da iktidarın siyasal, anayasal sınırların çok üzerinde, meşruiyetin çok üzerinde adımlarını engelleyebilseydi”. Bizim ne zaman gündemimize gelmiştir, 1961 Anayasası’nın ürünüdür Anayasa Mahkemesi. Bizde de aynı şekilde şu söylenmiştir; keşke Anayasa Mahkemesi daha önce olsaydı da 1950-60 arasında Demokrat Parti’nin siyasal meşruiyetle, demokratik temsiliyetle, Anayasa’yla bağdaşmayan icraatlarına anayasa yargısı olarak engel olsaydı ve o olaylar hiç yaşanmasaydı. O bağlamda anayasa mahkemelerinin dünyada da, Türkiye’de de hangi ihtiyaçtan doğduğu, hangi acı deneyimlerin ürünü olduğu aşikar. Bir de bugünkü Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini kim seçti? Ağırlıklı olarak Anayasa Mahkemesi’nin üyeleri Recep Tayyip Erdoğan tarafından seçilmiş, siyasal görüşleri itibarıyla da şimdiki iktidar blokuna çok uzak olmadıkları bilinen isimlerden oluşuyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Abdullah Gül zamanında seçilmiş. 15 üyenin, hangi iktidar döneminde, hangi cumhurbaşkanı tarafından seçildiğini de değerlendirmek gerekiyor.

Yargının iktidara bağımlı olduğu, verdiği kararların çoğunun taraflı olduğu biliniyor. Türkiye’de hukukun son noktası olarak sadece AYM kaldı, şimdi Kandil’den başlayıp “AYM kapatılsın” noktasına geliyorlar, böyle bir şey olabilir mi?

Anayasa Mahkemesi’ni kapatmak için de elbette bir Anayasa değişikliği gerekir. O yüzden, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını eleştirebilirsiniz, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin seçilme sürecini, seçilme yöntemini, üyelerinin üye kaynağını eleştirebilirsiniz, ama Anayasa Mahkemesi’nin varlığını toptan kaldırmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.

ANAYASA MAHKEMESİNİ KALDIRMAK “360’I BULDUM, 400’Ü BULDUM” MESELESİ DEĞİLDİR, ÇOK BAŞKA SORUNLAR DOĞURUR!

“Yaptık” derlerse kim engelleyebilir?

Tabii böyle bir adımı atmanın siyasal ve hukuksal sonuçları istenilen ölçekte olmayabilir. Düşünebiliyor musunuz; Cumhur İttifakı’nın 322 oyu var, diğer partilerden de destek alıp 360’ı bulduklarını düşünelim, 360 referandum sınırıdır, 400 olursa parlamento içinde değiştirilebiliyor. Velev ki 580 bulundu, CHP de ikna edildi, İYİ Parti de ikna edildi, onun siyasal meşruiyet anlamında, demokratik çoğulcu parlamenter rejim anlamında iknası zordur. O yüzden bu sadece “360’ı buldum, 400’ü buldum” meselesi olmaz, o rejimin meşruiyetine ilişkin, yargı bağımsızlığına ilişkin bir yüksek mahkemenin ortadan kaldırılması çok başka sorunlar doğurur. Avrupa Konseyi üyesi bir Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taraf bir ülke, yabancı yatırımcıyı ürkütmesinin yanında Türkiye’nin uluslararası örgütlere üyelikleri, imza koyduğu uluslararası anlaşmalar anlamında da çok ciddi sorunlar olur. Biz anayasamızda ne diyoruz; “bir ulusal yasayla, bir uluslararası sözleşme, uluslararası antlaşma arasında çelişki olduğunda uluslararası olan geçerlidir” diyoruz değil mi?

Buna uyulsaydı İstanbul Sözleşmesi’ni kaldıramazlardı.

Tam da ona geliyorum, şimdi, böylesi adımlar zaten yeteri kadar başımızı ağrıtıyor iken bir de Anayasa Mahkemesi’nin, yüksek mahkemenin -hatta Yüce Divan sıfatıyla yaptığı yargılamalar vardır- ortadan kaldırılması ağrımakta olan başımıza yeni ağrılar ekler.

ANAYASA MAHKEMESİ SADECE YATIRIMCI İÇİN DEĞİL, SIRADAN İNSAN AÇISINDAN DA ÇOK ÖNEMLİDİR, ORTADAN KALDIRILMASI BÜYÜK BİR KAOS YARATIR!

Ekonomi, seçimleri etkileyen bir numaralı etken olduğuna göre yabancı yatırımcı “benim haklarımı koruyabilecek en önemli mahkeme de kalktı” deyip tümüyle çekilmez mi?

Sadece yabancı yatırımcı değil, yerli yatırımcı da bir uzlaşmazlık olduğu zaman işi Anayasa Mahkemesi’ne taşımak istiyor. Sadece özel sektör değil, sıradan insan açısından da, sıradan hükümlü açısından da Anayasa Mahkemesi iç hukuk yollarını tüketmedeki en son, en zirvedeki mahkemedir. O Anayasa Mahkemesi’nin ortadan kaldırılması o anlamda büyük bir kaos yaratır.

LAİKLİK OLMADAN DEMOKRASİ, TOPLUMSAL BARIŞ, ULUSLAŞMAK, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ DE OLMAZ!

Aynı zamanda “laiklik” kavramı da çok öne çıkarıldı, Milli Eğitim Bakanı’nın “kızlara ayrı okul” çıkışından sonra laiklik gündeme getirildi, “Engel oluyorsa kaldırılsın” sözleri ortaya çıktı. Bu nerelere varabilir?

Laikliğin bizim tarihsel sürecimizde, yurttaşlaşmamızda, milletleşmemizde, devletleşmemizde ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. İlaveten laiklik, özgür bilimin, özgür düşüncenin de temel harcı. Yani, laiklik olmadan demokrasi de olmuyor, laiklik olmadan yurttaşlaşmak, uluslaşmak da olmuyor, hukuk devleti de olmuyor. Laiklik olmadan toplumsal barış da olmuyor, sınıf bilinci de olmuyor, düşünce ve ifade hürriyeti de olmuyor.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyeleri, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in laikliği hedef almasını İstanbul Kadıköy’de protesto etti.


İRANLI KADINLAR EYLEM YAPARKEN “YAŞASIN MUSTAFA KEMAL PAŞA” SLOGANLARI ATIYORDU!

“Bunu kız-erkek okullarına” nasıl bağlıyorlar? BBP Genel Başkanı “ayrı üniversiteler, hastaneler de olmalı” diyor.

Orada amaç elbette giderek eğitimin karma, bilimsel, laik, eşit bir eğitim olmaktan çıkarılması, artık tamamen haremlik-selamlık bir eğitim düzeni ile laiklikten uzaklaşıp medreseye yakınlaşma konusunda bir adım daha atılması. Çağdaş, laik, karma, bilimsel, halkçı, aydınlanmacı eğitimden uzaklaşıp tam aksi yönde, medreseleşmede bir adım daha atılması olarak görüyorum ben ortalıkta dolaşan bu lafları. Bakalım çevremizdeki ülkelere; Afganistan, Irak, Suriye, acaba bunların millet olamaması, bu kadar geri kalması, iç çatışmaları, mezhep, etnik köken üzerinden savaşlar yaşamaları, demokrasiye bir türlü yaklaşamamaları, ulus bilincinin gerçekleşememesi, acaba laik olmamalarıyla da yakından ilgili mi?

Elbette ilgili. Bakın, İran’da kadınlar eylem yaparken “Yaşasın Mustafa Kemal Paşa” sloganları atıyorlar, İranlı kadınlar laikliğin özgürlükle, toplumsal barışla ilişkisinin farkındalar. Irak’a, Suriye’ye baktığımızda etnik ve mezhepsel kimlik üzerinden birbirlerini nasıl boğazladıklarını, ne hallere düştüklerini görüyoruz. Terör örgütlerinin ne kadar güçlü zemin bulduklarını görüyoruz, Afganistan’a baktığımızda nasıl etnik ve mezhepsel aidiyetler, Ortaçağ artığı kimlikler üzerinden ne hallere düştüğünü görüyoruz. Demek ki, bir kendi tarihimize; Cumhuriyet tarihine bakmak, bir de yanımızda yamacımızdaki İslam ülkelerinin tarihine bakmak, laikliğin ne kadar yaşamsal, ne denli önemli, nasıl vazgeçilmez olduğunu bize öğretiyor.

Aynen hiç de gündemde olmadığı halde ortaya bir LGBT konusu çıkarıp “aileyi koruyacağız” diyerek seçim malzemesi yapılması gibi burada da kız okullarından başlanıp laikliğe vardırıldı.

Bilimsel olarak baktığımızda laik eğitimin, karma eğitimin ne kadar önemli olduğu, dünyada ne kadar geniş kabul gördüğü, gelişmiş, çağdaş ülkelerde nasıl kök saldığı ortada iken kalkıp Milli Eğitim Bakanı’nın “Bu da gündeme gelebilir” demesi, gerçekten bir bilimsel hazırlık olmadığını fakat bir siyasal adımın akıllara yerleştirildiğini düşündürüyor bana.

CHP VE İYİ PARTİ SEÇİME KENDİ ADAYLARIYLA GİRERSE, İYİ PARTİ BİR YERİ KAZANAMAZ AMA CHP’YE KAYBETTİRİR

Yerel seçimler yaklaşırken AKP’nin hemen hazırlıklara başladığını, muhalefet partilerinin ise hala en önemli konularda kararsız oldukları görülüyor. CHP de, İYİ Parti de yerel seçimlere ayrı ayrı girme ihtimalleri olduğunu açıklıyor. Sizce bu seçim onlar için bir tercih meselesi olabilir mi?

Hiç siyasal tahlil yapmadan önce bir sayısal tahlil yapalım; son seçimlerdeki oyları baz alalım. İYİ Parti 9 küsur aldı, 10 diye yuvarlayalım. İYİ Parti’nin tek başına herhangi bir müttefike gereksinim duymadan 2024 yılı Mart ayındaki seçimlerde iddialı bir parti olması, adaylarının başa güreşmesi için gereksinim duyduğu oy en az yüzde 25-30’dur. İYİ Parti bugünkü 9,5-10 bandında 8 ay sonra yapılacak seçimlerde yüzde 25-30’a fırlayabilir mi, böyle bir sıçrama kabiliyeti var mı? Toplumsal tabanını, seçmen tabanını 3 kat büyütebilir mi, hayır büyütemez. Bakın, hiçbir siyasi tahlil yapmadım, sadece matematik konuştum. CHP geçen sefer Millet İttifakı’nın lider partisi olarak 11 büyükşehri kazandı, bunda İYİ Parti’nin, dışarıdan destek veren HDP’nin –yeni adıyla Yeşil Sol Parti’nin- oyu vardı. Peki bu sefer İYİ Parti kendi adaylarıyla girse, HDP zaten “Ben kendi adaylarımı çıkaracağım” diye haftalardır açıklama yapıyor, CHP 8 ay sonraki seçimlere salt kendi oyuyla; yüzde 25 oyla (yani İYİ Parti ve HDP’den gelecek oylar olmadan, eksi 20 puanla) girecek demektir. Sonuç ne olur; İYİ Parti bir yeri kazanamaz ama CHP’ye kaybettirir.

HDP VE İYİ PARTİ KENDİ ADAYLARINI ÇIKARIRSA BİRİNİN OYU 8’DE, DİĞERİNİN 7’DE KALIR!

İYİ Parti neden bir yeri kazanamaz?

Çünkü İYİ Parti bu kadar kısa sürede oyunu arttıramaz, elimizdeki baz oy oranı kabaca yüzde 10. Bu kez İYİ Parti ve HDP kendi adaylarını çıkarırsa, genel seçimde aldıklarından daha az oy alırlar. Çünkü genel seçim ve yerel seçim iklimi birbirinden farklıdır. Ama elimizde bu iki parti, CHP’nin 2019’da kazandığı büyükşehirlerde aday göstermediği için, bir veri olmadığından dolayı, son seçimdeki verilere bakıyoruz. Kendi başlarına giderlerse, genel seçimde aldıkları oydan daha az oy alacaklarını düşünüyorum. İYİ Parti parlamento seçiminde yaklaşık yüzde 10 aldı. Ama 2024 seçimlerine kendi logosuyla, bayrağıyla sancağıyla giderse 9-10 da alamaz, daha altında oy alır. İYİ Parti’nin İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da, İzmir’de, Gaziantep’te, Hatay’da kafaya güreşen aday çıkarabilmesi için en az yüzde 30’a çıkması lazım. İYİ Parti’nin sizce önümüzdeki 8 ayda bunu yapma kabiliyeti var mı, bence yok.

MUHALEFET PARTİLERİ KENDİ ADAYINI ÇIKARIRSA HEPSİ KAYBEDER!

Yani muhalefet partileri kendi adayını çıkarırsa kaybederler diyorsunuz.

Hepsi kaybeder. Kendisi kazanamaz, CHP’nin de kazanmasını engeller.

Peki, nasıl oluyor da “Kendi adayımızla gidebiliriz” diyorlar?

Bence pazarlıkta el yükseltiyorlar.

İKTİDAR, KAZANIMLARINI BIRAKIP BİR ERKEN SEÇİME GİTMEZ, ONU BUNA ZORLAYABİLECEK BİR MUHALEFET DE YOK!

Kemal Kılıçdaroğlu “Türkiye her an erken seçime gidebilir” dedi, bu nereden çıktı sizce?

Ben buna ihtimal vermiyorum, Türkiye’nin bir, bir buçuk yıl içinde bir erken seçime gitme ihtimalini görmüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmış, parlamentoda çoğunluğu 322 mebusla elde etmiş bir iktidar var. Ve üçüncüsü; iktidarı seçime zorlayabilecek güçlü, etkin bir muhalefet yok. İktidar kendi başına güle oynaya seçime gitmez, iktidarı seçime muhalefet zorlar. Peki, başta ana muhalefet olmak üzere muhalefetin haline baktığımızda birbirine girmekten, iktidarı bir erken seçime zorlayabilecek bir enerjiye sahip olması, iktidarı gerçekten demokratik yollarla hırpalayacak, yoracak, onu erken seçime zorlayacak bir siyaset üretmesi bugün itibarıyla sizce bu tabloda mümkün mü?

Bence Kılıçdaroğlu içinden geçeni söylüyor ama bugün, bu koşullarda bir seçim olsa CHP yüzde 25 oyunu muhafaza edebilir mi, bunu düşünmesi lazım.

MUHALEFET BU TARTIŞMALARLA SEÇİME GİDERSE SEÇMENİNDE SANDIKTAN SOĞUMA EĞİLİMİ BELİREBİLİR!

Deniyor ki muhalefet partilerinin seçimden sonraki tutumu muhalefet seçmeninin moralini daha çok bozuyor, buna katılıyor musunuz? Bu tutum muhalif seçmenin sandığa gitmemesine neden olabilir mi?

Olur. Seçimlerin kazanılacağına ilişkin beklenti çok yüksek olduğu için kaybedilince düş kırıklığı da çok yüksek oldu. Muhalif seçmen o yüzden biraz siyasetten soğudu, biraz partisine küstü, bıktı, bezdi. Eğer bu haliyle, kimsenin ne dediğinin anlaşılmadığı, değişimle muradın ne olduğunun belli olmadığı bu tartışmalarla seçime giderse, muhalefet seçmeninde sandıktan soğuma, sandığa gitmeme eğilimi bir ölçekte belirebilir.