Sabah erkenden çıkmıştım evden. Sıcak bir gün olacağı daha o andan belliydi. Arabamı çalıştırdım, yola çıktım...

Güzel bir gün olacaktı, hissediyordum.

Ataşehir, Kozyatağı, Göztepe Köprüsü... Acelem yoktu, sakin sakin sürüyordum. Hedefim Kadıköy’dü. Her geldiğimde yeni bir özelliğini keşfediyordum Şehr-i İstanbul’un. Oysa 25 yıl yaşamıştım buralarda, çok yerini avucumun içi gibi bilirdim. Bu şehri terk ettikten sonra, her yeni gelişimde İzmir’e döndüğüm için kendime teşekkür etmiştim. Acaba bu sefer de aynısı olacak mıydı? İstanbul’un yaşaması mı, yoksa tatil için arada gelişleri mi güzeldi, karar veremedim.

★★★

Kadıköy sahilde İSPARK’a park ettim arabamı, fotoğraf çantamı omuzuna astım, Karaköy iskelesine doğru ilerledim. Bu benim en sevdiğim nostaljimdi; Kadıköy’den şehir hatları vapuruna binmek, Sirkeci’de inmek, Eminönü, Mısır Çarşısı, Tahtakale, Bab-ı Ali yokuşundan Sultanahmet. Ardından her defasında farklı sokaklardan Karaköy’e yürümek, balık ekmek, sonrasında Güllüoğlu’nda fıstıklı baklava eşliğinde havuç dilimi ziyafeti ve şehir hatları ile tekrar Kadıköy’e dönüş. Bazen Karaköy’de balık ekmeği pas geçip, Kadıköy’de kokoreç ve midye tava tercih ettiğim olurdu. Bu arada bolca fotoğraf elbette. İstanbul beni hiç üzmemişti, hep en güzel fotoğraflarını veriyordu bana.  

★★★

İskeleye geldiğimde Karaköy vapuru uzaklarda belirmişti. Demek ki 10-15 dakikam vardı. Her zaman yaptığım gibi, mis kokan Kadıköy simidinden aldım iki tane. Biri kendime, diğeri martılara. Turnikelerden geçtim, boş banklardan birine oturdum. O sırada cep telefonuma bir mesaj düştü. Mesaj gurbetteki kuzenimdendi. Babasının eski fotoğraflarını karıştırırken benim bir fotoğrafımı bulmuş, cep telefonuyla çekip bana göndermişti. Uzun uzun baktım fotoğrafa, daldım gittim. Cevap yazacak oldum, elim varmadı! Gözlerim buğulanmıştı...

★★★

Vapurun yanaştığını, içerideki yolcuların hareketinden anlamıştım. Yerimden kalktım, vapura doğru yürüdüm. Aklım hala telefondaki fotoğraftaydı. İskele ile vapuru birleştiren tahta rampadan vapura bindim. Her zamanki gibi en üst katın arka tarafındaki açık alana çıktım ve uzun bankların en ucuna, denize en yakın yerine oturmak istedim. Bankın üzerinde az önce inen yolcuların bıraktıkları boş meşrubat kutularını ve çöp poşetlerini aldım birkaç metre ötedeki çöp kutusuna attım ve oturdum. Fotoğraf makinemi çıkardım, birkaç ısınma pozu çektim. Vapur yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Tam karşıma, elinden tuttuğu 4-5 yaşlarında bir erkek çocuğuyla genç bir anne oturdu. Eski fakat çok temiz giyimleri yaşam mücadelelerinin önemli ipuçlarını veriyordu; kanaatkâr ve ailesine düşkün genç bir anne ve oğlu. Çocuğun hafif uzun, dalgalı, tertemiz ve özenle taranmış saçları rüzgârda uçuşurken, iri açık kahverengi gözleri kucağımdaki kameraya kilitlendi, Tam kare bir gövde ve 70-200 mm objektif! Çocuk kameradan arada sırada gözünü ayırıp bana bakıyordu. ‘Acaba ne düşünüyor’ dedim içimden çocuğa gülümseyerek. Çocuk bu ilgiden utanarak annesinin mantosunun altına gizlenmeye çalışıyordu. Annesi, çocuğun dağılan saçlarını elleriyle düzeltiyor, arada yanağını okşamayı da ihmal etmiyordu.

★★★

Vapur hareket etmişti, Kadıköy rıhtımdan ayrılıp biraz açığa geldiğinde, aldığım simitlerden birinden bir parça koparıp ısırdım. Çocuğun bakışlarının bu kez elimdeki simide kaydığını fark ettim. Bir parça daha koparıp ona uzattım; ‘Simit ister misin?..’

Çocuk utangaç tavrını sürdürerek annesine baktı. Bakışlarındaki ‘Alabilir miyim’ sorusu öylesine netti ki, annesi ‘olur’ anlamında başını çocuğa doğru salladıktan sonra bana dönüp ‘Teşekkür ederiz’ dedi. Çocuk simidi alıp hemen bir ısırık aldı.

Ben, ikinci simitten büyükçe bir parça kopardım, sonra küçük küçük parçalara bölüp, vapurun etrafını saran martılara atmaya başladım. Bu ziyafetten haberdar diğer martılar çoğalarak “an”ın tadını çıkarmaya başlamışlardı. Çocuğa döndüm; ‘Sen de atmak ister misin?..’

Çocuk elindeki simidi göğsüne doğru sıkıca bastırdı. Anlamıştı, çünkü soru yanlıştı. Martıların simidinden bir parça koparıp ‘Bunları atmak ister misin?’ diyerek soruyu tekrarladım. Şimdi olmuştu. Gülüşüyle, biraz önce sıkıntıdan pembeleşmiş yanaklarının her iki yanındaki gamzeler daha da belirginleşmişti. Hemen yerinden kalktı ve o da martı ziyafetine katıldı. Martılar yemeklerini daha havadayken her kaptığında annesine dönüp gösteriyordu ‘Anneee gördün mü?’ Bankın üzerine dizilmiş küçük simit parçalarını teker teker alıp martıları sevindirirken, arada kendi simidinden de ısırık almayı ihmal etmiyordu. Elindeki parçaları çok uzağa atamadığından bazen martılar çok yakınına kadar geldiğinde korkuyor, annesine doğru kaçıyor, sonra aldığı zevk ağır basıyor ve tekrar devam ediyordu. Simitler bittiğinde annesinin yanına tekrar oturdu;

‘Anneee nasıl yedirdim kuşlara, gördün mü?

– Gördüm!

Anne, yine o oyuncakçıya gidelim mi?

– Oradan geçeceğiz zaten.

Ama ben o yerde takla atan arabaya bakmak istiyorum.

– Tamam bakarsın.

Anneee bizim çok paramız olunca alır mıyız ondan?

– Şşşşş, böyle şeyler konuşulmaz, ben sana ne demiştim?

Tamam anne!..’

★★★

‘Tamam’ sözünden sonra çocuğun boynunu büküp başını annesinin göğsüne dayaması, beni alıp yine çok eskilere götürmeye yetmişti. ‘Acaba’ dedim içinden, çocuğun sözünü ettiği yer tahmin ettiğim yer miydi; Sirkeci iskeleden, Yeni Cami meydana çıkan alt geçit? Oradan her geçişimde böyle oyuncaklar gözüme çarpardı. Bir ipe asılı, havada daireler çizerek kanat çırpan kuşlar, yerde bir yere çarptığında takla atan, ama her defasında dört tekerleği üzerine düşen arabalar, daha neler neler... ‘İnşallah öyledir’ diye dua ettim içimden. Vapur uğradığı Karaköy’den Sirkeci’ye doğru kalkmıştı, umutlandım. Kalabalığa kalmamak için hemen yerimden kalktım, iniş kapısına doğru ilerledim. Sirkeci”de iskeleye yanaştığında vapurdan indim ve uzak bir yerden onları beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra işte görünmüşlerdi. Ve evet, tahmin ettiğim gibi o alt geçide doğru ilerliyorlardı. Hızlandım ve alt geçidin merdivenlerini hızlıca indim. Üç dört dükkân sonra çocuğun sözünü ettiği arabalar yerde hareket ediyorlardı. Merdiveni gözlemeye başladım. Merdivenin başında göründüler, geliyorlardı. Yanımda duran satıcı esnafın kulağına bir şeyler söyledim. Esnaf, önce şaşkın bir bakışın ardından ‘tamam’ dercesine kafasını salladı. Görünmemeye ve dikkat çekmemeye çalışıyordum, aynı zamanda endişeli gözlerle nasıl olacak diye olanları takip ediyordum.

★★★

Çocuk takla atan arabaları uzaktan gördüğünde annesinin elini çekiştirerek dükkânın önüne kadar sürükledi. Kadın yanına geldiğinde esnaf her zamankinden farklı olarak daha kısık bir sesle bağırmaya başlamıştı, ‘Haydi çocuklarınızı sevindirin, siftahı yapandan sondaki sıfırı almıyoruz, kaçırmayın bu fırsatı, yirmibeş yerine ilk alana ikibuçuk lira, haydi abla kaçırma fırsatı, ilk sen alırsan ikibuçuk  lira!..’

Boşuna burada esnaf olmamış diye geçirdim içimden, bu kadar mı pratik çözüm bulunabilir? Kadın birkaç kez sordu fiyatını, yanlış anlamadığını öğrenince yüzündeki gülümsemeyle cüzdanından üç tane elli kuruş, bir tane de bir lira çıkarıp uzattı. Ben, çocuğa kilitlenmiştim. Çocuk annesinin bacaklarına sarılmıştı ‘Alıyor muyuz anne?..’ Evet cevabını aldığındaki çocuğun olduğu yerde sevinçten zıplamaya başlaması, çocuk sevinmesi diye bir şeyin varlığını derinlerimde tekrar hatırlamıştı bana. Esnaf, kutusundaki yeni oyuncağını çocuğun eline tutuşturdu. Anne ve oğlu oradan uzaklaşırken, cebimden çıkardığım yirmibeş lirayı esnafa uzattım. Kelimeler düğümlenen boğazımdan zor çıkmıştı ‘Teşekkür ederim dostum!..’ Esnaf da karşılığında elindeki iki buçuk lira bozukluğu bana uzattı. Aldım ve oradan ayrıldım.

★★★

Yeni Cami Meydanı’na çıktığımda boş gördüğüm bir banka oturdum. Telefonumu çıkardım. Kuzenimin gönderdiği, beş yaşlarımdaki, tek katlı ve tek odalı evimizin bahçesinde tulumbadan su çeken dalgalı sarı saçlı, kahverengi gözlü çocuğun fotoğrafına bir daha baktım ve mırıldandım; ‘Neredeeen, nereye!..’

Kalktım. Tüm hücrelerimde hissettiğim o sonsuz huzurla Mısır Çarşısı’na doğru yürürken elimdeki bozukluklara şöyle bir baktım ve gülümsedim; dönüşte martıların simit parası çıkmıştı!..”

★★★

Değerli okurum Sebahattin Demir’in  bu çok etkileyici anısını okurken, çocukluğumun bayramlarını, ellerini  öptüğümüz büyüklerimizin bizi sevindirdikleri “anları” anımsadım.

Sarı saçlı, mavi gözlü küçük çocuğun iyi bir bayram harçlığı aldığında sevinçten havalara sıçrayışını görür gibi oldum, gözlerim buğulandı...

Anne ve babalarının yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle bayramlarını mutsuz geçiren bahtsız çocuklarımızın sayısında inanılmaz artışlar var.

O nedenle varsa eğer imkanınızı, bahtsız çocuk sayısını azaltmak için kullanmanızı, çocuk sevindirmenin tarifsiz iç huzurunu yaşamanızı öneriyorum.

Güzel bayramlar, sağlık ve mutluluklar diliyorum...