SÖZCÜ Televizyonu için Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığımız söyleşide, CHP liderinin seçim yenilgisinin nedenlerini açıklarken, dile getirdiği şu tespit, çok dikkat çekiciydi.

“1, 2 ve 3 sandığın bulunduğu yerlere, yani Anadolu kırsalına gidememişiz! Cumhur İttifakı, o sandıklardaki büyük oy farkıyla seçimi kazandı!..”

Kemal Bey’i dinlerken bir an için 70’li yılların ilk yarısına gittim.

★★★

“...Sonbaharda başlayıp neredeyse ilk yaza kadar karın yağdığı, yolların kapandığı, dünyayla iletişimin güç bela kurulduğu bir yere gelmiştik.

Jared Diamond, “Guns, Germs and Steel -Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı eserinde; bazı milletlerin ya da bazı insanların diğerlerinden daha ileri medeniyetler kurabildiğini anlatır. Yazar eserinde, bir bölgenin geri kalmışlığının ne yerli halkın aptallığına ne de tembelliklerine bağlanamayacağını bilimsel yollarla açıklar. Diamond’ın açısından baktığımızda Doğu Anadolu’daki o yörenin geri kalmışlığına gösterebileceğimiz başlıca neden (diğer birçok etmenin, siyaset yanlışlarının, kötü yönetimlerin ve ihmalin yanında) coğrafya idi. Burada yaşayanlar yılın büyük çoğunluğunu karın altında geçiriyorlardı. Unutkan kar, bir türlü gitmek bilmiyordu. İnsanlar aylarca dünyadan uzak kalıyorlardı.

★★★

Değişik bir şey yapmak isteseler bile adım atacak yerleri yoktu. Yüzyıllar boyunca bu yerler uygarlıktan yoksun kalmıştı. Merkezlerden uzak, güç ulaşılan bu bölge, Doğu Anadolu’nun en geri köşeleri arasındaydı. Ne okul, ne sağlık ocağı, ne de elektrik vardı köylerde. Yol az, ulaşım yok denecek düzeydeydi. İnsanlar, dedelerinden kalan derme çatma, küçücük evlerinde ömür tüketiyorlardı. Toprağın içine oyulmuş mağaramsı yerlerde yaşayanlar bile vardı.

★★★

Uzağı görmek istediklerinde; bir yığın beyaz görüntüden, buzla kaplı dağ doruklarından, kardan, tipiden, kargalardan başka bir şey göremezlerdi. Zaten bunlara bakıp hayal kurmak da mümkün değildi. Özgür düşünme, yaratıcılık ve bunun gibi insanlığı değişime ve gelişime yönelten temel güdüler bastırılmış oluyordu o coğrafyada. Sonrası malum, yüzlerce, binerce yıllık ne kadar feodal inanç, efsane  varsa içselleştiriyordu oranın insanları. Böylece kendi feodal düzenlerini yıkmayı başaramıyorlar, hâlâ ağa, şeyh, töre ile uğraşıyorlardı. Cahil kalmaları, kültürden, ilimden, bilimden uzak olmaları kaçınılmazdı. Toprak kısır, iklim sertti. Taşlı tarlalar bereketsizdi. Geniş dağlık alanlar bu köyleri birbirinden ayırıyordu.

★★★

Yıllar önce Sibirya’da yaşayan bir Rus öğretim görevlisiyle tanışmıştım. Aslında ailesinin Kırımlı olduğunu ama dedesinin Sibirya’ya sürgüne gönderilenler için okul ve tiyatro salonu yapımında çalıştığını söylemişti.

1900’lü yıllar... Sibirya... Stalin... Sürgün ve tiyatro salonu... Hepsi aynı cümlenin içinde...  Burada yaşayan insanlara; ‘Söyle bakalım şimdi güzel kardeşim, en son ne zaman tiyatroya gittin?” diye sorsam, eminim “Bu adam ne diyor?” dercesine yüzüme şaşkınlıkla bakarlardı.

Osmanlı Devleti’nin çöküşünün temelinde  yatan  en önemli nedenlerden biri  Rönesans’ın, o büyüleyici aydınlanma çağının ve sanayi devriminin bu topraklara uğramamış olmasıydı...

Böylece toplumsallıktan bireyselliğe geçişte yapılan yanlışlar ve kopyacı Batıcılığın Doğu üzerinde bıraktığı onarılmayan hatalar, buralarda çok belirgin bir şekilde görülüyordu.

★★★

Karayolları şefinin hazırladığı yemek masasında oturan kamu yöneticilerinin neredeyse tümü, Batı illerimizde görev yaparken rüşvet, yolsuzluk, taciz gibi suçlardan soruşturma geçirmiş kişilerden oluşuyordu. Başkent, bu diyarlara  sürgün yeri olarak bakmış, kurtulmak istediği sicili bozuk kişileri buraya göndermişti. Misafirhaneye girerken kapıda karayollarının ülkemizdeki öncüsü Halil Rıfat Paşa’nın kocaman harflerle yazılı; “GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR” sözünü okudum. Bu söz beni adeta çarptı. Zira biz, Ahmet Kutsi Tecer’in;

“Orada bir köy var uzakta.

Gitmesek de görmesek de

O köy bizim köyümüzdür” dizeleriyle büyümüş bir kuşaktık.

Hakikaten sarsıldım. Fakat asıl sarsıntıyı gece yaşadım. Karayolları misafirhanesinde mükellef bir masa hazırlanmıştı. Çok çalışkan, özverili bir insan olan Karayolları bölge şefi, Zap Suyu’ndan balık tutturmuş, masayı çeşit çeşit yemeklerle donatmıştı...

Amacımız, Süvari Halil Geçidi’ni aşıp Beytüşşebap’a inebilmekti. Geçit sürekli karla kaplı, amansız kış koşullarının hüküm sürdüğü, kar kalınlığının zaman zaman beş-on metreyi bulduğu bir tepe... Rakım çok yüksek...

★★★

Akşam misafirhanede oturduk masaya. Vali, asker ve polis dışında neredeyse tüm kamu temsilcileri gelmiş... Aralarında bir de eşkıya var. İsmi; Aziz Demir, lakabı ‘Azo’. İlkokulu bitirememiş. 15 çocuğu varmış. Bu kişi vaktiyle bildiğimiz dağ eşkıyasıymış. Üstelik çok namlıymış. “Azo geliyor,” dendiğinde, sokaktakiler çil yavrusu gibi evlerine dağılırlarmış. Sonra teslim olmuş Azo, cezaevinde yatmış, aftan yararlanıp çıktıktan sonra müteahhitliğe başlamış. Görünürde takım elbiseli, kravatlı, yelekli, düğmeleri ilikli Azo, dış görünümüyle olduğu kadar tavırlarıyla da kamu temsilcilerinin yanında beyefendi kalan bir insan. Hoş beşten sonra içkiler içilmeye başlandı. Karayolları şefi dimdik duruyor. Eşkıya da öyle... Derken, ötekilerin hayat hikâyelerini öğrendik. Ağzımız açık kaldı. Kimi sekreterine tacizde bulunmuş, kimi rüşvetten yakalanmış... Teker teker hepsi sarhoş oldu. Kusanlar mı dersiniz, sızıp kalanlar mı?..

★★★

Gecenin bitiminde üç kişi ayaktaydık. En başta eşkıya... Ceketinin düğmesini bile çözmedi. Karayolları şefi de nasıl başladıysa öyle bitirdi geceyi. Yatmaya giderken ekipteki arkadaşlara, “Baksanıza, eşkıya diye bilinen adam bile bunların yanında çok beyefendi kalıyor. Aman dikkat edin de başınıza bir şey gelmesin!” dedim. Hâlbuki devletin, sorunlarla dopdolu, geri kalmışlık sancısıyla kıvranan bu bölgeye bir yığın sabıkası olan bu adamları göndermek yerine, pırıltılı, gelecek vaat eden elemanları, hem de yüksek maaşla tayin etmesi gerektiğini düşündüm. Ne yazık ki yıllardır tam tersi yapılmış ve devlet, kurtulmak istediği kişileri bölgeye göndermiş. Oradaki insanlar dışlanmış olduklarını, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini düşünmezler mi? Böyle giderse yıllar sonra nelerin olabileceğini, hangi büyük sorunlarla karşılaşabileceğimizi az çok görür gibi oldum. Ve elimden geldiğince, gücümün yettiğince bu gerçeği Türkiye’ye duyurmaya, yayınlarımda ülke yöneticilerini uyarmaya çalıştım. Kolay değildi. Yayınlanacak programlar TRT’de üç kez denetimden geçiyordu. Kamu kurumu TRT’nin sansürcü koşulları altında yurdumuzun gözden ırak kalan köşelerindeki bu gerçekleri gözler önüne sermem nedense birilerini rahatsız ediyordu. O nedenle Hakkâri’de yalnız değildim. İstihbaratçılar beni ve ekibimi gölge gibi takip etmişti. İstihbarat raporları TRT ekibinden önce Ankara’ya ulaşmıştı.

Suçum (!) halkın sesi olmam, düzendeki eksiklikleri göstermemdi. “Bu cennet ülkede niçin bu sorunlarla boğuşup duruyoruz?” diye sormam bazı  kademelerde rahatsızlık uyandırmıştı. Hatta TRT’nin muhbir bir denetçisi, sansür mekanizmalarıyla yetinmemiş, yayın bandını koltuğunun altına alıp, doğruca Milli  Güvenlik Kurulu’nun yolunu tutmuştu. İhbar, ispiyon, iftira ve karalamalarla aşağıya çekilmek, iş yapamaz hale getirilmek  isteniyordum. Ama neyse ki, Özdemir İnce gibi, beni anlayan, bu haberleri yurtsever duygularla yaptığımı bilerek arkamda duran, değerli meslek büyüklerim vardı da, programlarımı denetim kıskacından geçirebiliyordum... (Hasan Baran’ın yazdığı, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan Hayatımın Sırları romanından)”

★★★

Söyleşimizde Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Demek ki Anadolu kırsalına gidememişiz” deyişi, Halil Rıfat Paşa’nın “Gidemediğin yer senin değildir” sözünü bir kez daha doğruluyordu.

Üstelik Karayolları misafirhanesinde yaşadığımız o gecenin üzerinden yarım asır geçmiş olmasına rağmen!..