Dün siz değerli okurlarımla samimi duygularımı paylaştım ve “Seçimler sonrasında uğradığım derin hayal kırıklığı nedeniyle içimden siyaset yazmak gelmiyor” dedim.

Bugün de çok çarpıcı bir başka hikayeyi paylaşacağım:

★★★

“Yakında kaybettiğimiz kardeşim Gülten hayat dolu, yaşama sevinci yüksek, dirayetli, okumayı çok seven biriydi. Öğrenmeye, araştırmaya çok meraklıydı.  Gözlerindeki ışıltı, insani safiyetini, duygu, düş ve düşüncelerini gökkuşağı halinde yayardı etrafına. Hayata  rengârenk bakardı.

Bir çocuk gibi sevinçle, doğanın içinde, yeşillikler arasında alabildiğine koşmayı çok  severdi. Onunla koşmak gerçekten çok heyecanlıydı. Çok iyi koşardı. Bazen de ağaçların arkasına saklanır, beni merakta bırakırdı. Öylesi çocuksu, şakacı bir yanı da vardı.

Bir sabah vakti, Florya’daki Atatürk Ormanı’nda, Gülten ile koşuya çıktık.

Basın Sitesi tarafına geldiğimizde, heybetli bir adamın bir ağacın dibinde öylece dikildiğini gördük. Sanki ağaçla konuşur gibi ağaca yüzünü dönmüş, ara sıra ağaca sarılıyor, sevgiyle kucaklıyordu. 

Gülten ile birbirimize baktık.

Ağaçla büyülü bir iletişim kuran bu adam kimdi?..

Merak ettik.

Yanına yaklaştık.

Önce yüzünü göremedik.

Sonra dönüp baktı bize.

Destanlardan, efsanelerden, masallardan çıkmış gelmiş yüzüyle baktı bize, gülümsedi. 

Ağaca sevgiyle sarılan adam Yaşar Kemal’di.

Öylece baktık kaldık...

★★★

Bir şey demeye fırsat bulamadan. Gür sesiyle dağdan dağa seslenir gibi konuştu.

“Bir tuhaf şu insanlar.

Tuhaf, tuhaf, çok tuhaf!

Yürüyüp gidiyorlar, koşup geçiyorlar ama durup şu muazzam ağacı bir görmüyorlar, sarılıp hissetmiyorlar, onun enerjisini bedenlerinde hissetmiyorlar. Oysa bu ağaçlarda büyük enerji var. Atatürk dikti bu ağaçları. Atatürk’ün toprak kaymasına karşı ağaçlandırılmasını emrettiği ve çoğunu da kendi elleriyle diktiği ağaçlardır bunlar. Atatürk’ün elini değdiği her şey güzeldir. İçinde Atatürk geçen her şey güzeldir. Bu ağaçlar şenliği, Şenlikköy, Basınköy arası uzanır, Florya tren istasyonuna kadar gelir. İstanbul’daki en kalın gövdeli sakız ağacı buradadır. İki insan kollarını açsa ancak kucaklar. Bakın bu ağaçlar dikilirken yerleri iri, kocaman, muazzam, dağ gibi, devasa görüntüler meydana getirecek şekilde tasarlanmıştır.

Huş ağaçları, akasya, hatmi çiçekleri diğer mevcut bitki türleri... Eskiden birçok kuş türü vardı, şimdi ise artık bolca karga yaşıyor. Seslerini çok sevdiğim Florya kuşlarını da görüyorum bazen. Ben onlara bakıyorum onlar bana bakıyor. 

Kuşlar kirpiler, karıncalar, hele balarıları... Onlar iyi adamı gözünden şıp diye tanırlar, dururlar bakarlar, kaçmazlar... İşte bu ağaçlar onlara kanat gerer.  Güzide ağaçlardır bunlar. Her gün gelir birine sarılırım. Atatürk’ün dikerken dokunduğu ellerini hissederim. Daha neler hissederim neler. Cumhuriyet’in o coşkulu ilk zamanlarını hissederim. Bana çok büyük bir dirim, ruh derinliği, güç, gayret, kuvvet verir bu ağaçlar...”

★★★

Konuşmayı unutmuştuk sanki.  Bir şey söyleyemedik. Sadece dinliyorduk.

“Sen Uğur Dündar’sın, benim Anavarza kayalıklarında dolaşan haksızlığa meydan okuyan İnce Memed’in  şehirli halisin sen.”

Birden susan dilim açıldı.

Kardeşim Gülten’i tanıttım.

Gülten’in de benimki gibi dili açıldı. “Benim en sevdiğim yazarsınız” dedi. “Sizin bütün kitaplarınızı okudum. Keşke İnce Memed kitabınız yanımda olsaydı şimdi size imzalatmaktan büyük mutluluk duyardım.”

O efsane yazar, “Gelin benimle,” dedi. Öyle bir sihri vardı ki karşı koyamadık.  Peşinden gittik.

Basınköy’deki, yaşlı bir kadının el salladığı katın altındaki evine götürdü bizi. “Üst kattaki komşum,” dedi Yaşar Kemal, “Beni ne zaman görse el sallar.”

Yaşar Kemal evinin kapısını kilitlememişti. Bizim şaşkınlığımızı anlamış gibi, “Evet, ben kapımı kilitlemem,” dedi. “Hırsız olan kilitli kapıyı zorlar girer. Kilitsiz kapıdan hırsız bile girmez. Utanır.

Bu güven karşısında hırsız da insan olduğunu hisseder; değişik bir his ile sevgi ile sevinç ile dolar, ‘Bana da güvenmişler, ben de insanım’ diye sevinir. Utanır.  Kaçar gider.

★★★

Bir keresinde kilitsiz kapımdan bir hırsız girdi bir gece yarısı. O saatte ben çoğunlukla yazıyor olurdum, koca gözlüklerimi takmış, buruşmuş kağıtlar yanımda... Zaten hep de öyle, küçüklükten gelen bir alışkanlık mı, yoksa yaşadıklarımı gördüklerimi hafızaya almış beynim mi bunu yapmıştı böyle, bilmiyorum, ama buruşuk kâğıtlara yazardım. Çocukken defter kâğıt nereden bulup alacağım o yoklukla, gider okul önlerindeki çöplerden buruşuk kâğıtları toplardım, kurşun kalemle yazılı olanlarını oturur silgiyle bir güzel silerdim, o buruşuk kâğıtlara yazardım. Bir gün öğretmenim bana bir defter hediye etmişti. O kadar çok sevinmiştim ki, sevincimden arkasındaki çarpım tablosunu hemen ezberlemiştim.

Hırsız, yazı yazdığım odaya kadar geldi, ben ona baktım, o bana baktı. Sonra gitti. Buruşuk kâğıtlara yazdığımı görmüş olacak ki, ertesi sabah bir tomar temiz düzgün  kâğıt bırakmış kapıya. Bir düzine kalemle...”

Yaşar Kemal bir yandan bunları anlattı, bir yandan da kütüphanesinden aldığı İnce Memed’in ilk baskısına Gülten için bir şeyler yazıp imzaladı.

Sonra, “Bu romanımdaki Abdi Ağa gibi zulmeden, bir gün  ya ince Memed gibi bir kuldan, ya da yaratandan belasını bulur” dedi ve bize bir hikâye anlattı:

★★★

Vaktiyle bir derviş berbere gidip:

‘Vur usturayı berber efendi’ der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:

‘Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım’ diye bağırır.

‘Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile: ‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası, yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir. Berber dervişe bakar, sorar:

‘Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?’

Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:

“Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!”

★★★

Yazmak bizden, kıssadan hisse çıkarmak sizden...

(Hasan Baran-Hayatımın Sırları-Uğur Dündar ve Türkiye’nin son 50 Yılının Gerçek Hikayesi-Roman-Kırmızı Kedi Yayınevi-Sayfa 331)