29 Ekim... Sarıklısı feslisine, padişah özentilerine, nefret edenlere, kıyıdan köşeden tırtıklamalara, har vurup harman savuranlara, elindeki değeri anlamak istemeyen kalın kafalılara, Cumhuriyet’i eğlence olarak görenlere, Cumhuriyeti kutlayıp kutlamayacağımıza kendileri karar verecekmiş sananlara, Cumhuriyeti kuranlarla yarışa kalkanlara rağmen 100 yıldır Türkiye Cumhuriyetiyiz!

Cumhuriyet dizisinin son ve sekizinci yazısı için ne yazabilirim diye düşünürken, buldum...

Sinirlenen, öfkelenen Atatürk’ü!

Çünkü çok az...

Kahrolup, belki de yaşamında en fazla sinirlendiği, öfkelendiği haber Menemen’den gelen, hem hain, hem insanlıktan yoksun hem de gerici çapulcuların Kubilay’ı Menemen’in orta yerinde, Menemenlilerin gözleri önünde katletmesi haberiydi.

Şöyle dedi o aşağılıklar için...

“Bu ne haldir? Memleketin ortasında ordunun subayı din adına boğazlanıyor, binlerce Menemenliden kimse çıkıp mani olmuyor, bilakis teşvik ediyorlar! Yunan idaresi altındayken bu hainler neredeydiler? Onların namusunu ve dinini kurtaran bir ordunun subayına reva gördükleri bu saldırının cezasını yalnız hain katiller değil, hepsi en ağır şekilde çekmelidir. Bu Cumhuriyet’in ve bizim başımızı kesmektir!”

Sinirden ne diyeceğini bilemediği bir olay daha var...

Türkiye Cumhuriyeti’ni ileri götürecek Türkçe için, dil devrimi için gece gündüz çalışılan zamanlar. Atatürk ve dil bilimciler Florya’da toplantı halinde. Dokuz saat olmuş, sabahın ilk ışıkları. Atatürk bir ara masadan kalkıp pencereye gidiyor, dışarıya bakıyor.

“Çok güzel tan yeri ağarıyor” diyor ve kendi kendine, “Tan yeri, tan...” diye mırıldanıyor. Sonra da  uzmanlara dönerek soruyor: Acaba tan kelimesi hangi kökten geliyor?

Türk Dil Kurumu ikinci başkanı Hasan Reşit Tankut, “Tanrı’dan geliyor efendim” diyor. Kelimenin kökü üzerine tartışılırken masadakilerden biri aklı sıra Atatürk’ü övecek, şunu diyor: Tanrı bizim aramızdayken neden uzaklarda arıyoruz ki!

Pencerenin önündeki Atatürk aniden dönüyor, lafı söyleyenin yüzüne korkutucu bir sessizlikte uzun uzun bakıyor. Dişlerini sıkıp sıkmadığını bilemiyoruz ama sağ elinin yumruğunu sıkıyor ve “İyi çalışmalar” diyerek odadan çıkıp gidiyor.

Çok sinirlendiği bir olay daha var ki, insanın aklına saray ve taht meraklılarını getiriyor!

Atatürk, eşi Latife Hanım ile birlikte çıktığı yurt gezisinin Mersin durağındadır. Önemsediği, halkıyla paylaşmak istediği konular vardır. Mersin’in ileri gelenleri ve halk geniş bir bahçede tahta sandalyelere oturmuş, konukları bekliyordu. Atatürk bahçeye girer girmez keyfini kaçıran sahneyi görünce, “Bu ne maskaralık” diyebiliyor.

Herkes tahta sandalyelerde otururken Atatürk ve eşi için özel bir platform hazırlanmış, üzerine ipek halılar serilmiş, şık ve rahat iki koltuk getirilmiş, resmen taht kurulmuştu!





O şunu yaptı... Bir tahta sandalye çekti Latife Hanım’ı oturttu. Bir tane de kendisi için alıp milletin arasına oturdu.

***

Savaşın en ümitsiz anlarında metanetini koruyabilen, hakkındaki idam fermanını duyduğunda bile kılı kıpırdamayan bu insanın, hele kurduğu Cumhuriyet 100 yaşına basmışken ve üstelik bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’yken nereden çıktı Atatürk’ün sinirlenmesi?

Merak ettim çünkü!

Canı gibi sevdiği bu milletin 100 yaşına basan Cumhuriyet’in orasından burasından çekiştirilmesi, üstüne konulacağına cumhuriyet değerlerinin tırtıklanması, daha fazla cumhuriyet, daha fazla demokrasi, daha fazla hak ve özgürlük diyeceğine verilene razı halini, bu sessizliğini görse nasıl tepki verirdi?



Cumhuriyeti emanet ettiklerinin bu kabullenişi karşısında umudunu yitirir, öfkelenir miydi? Sarayburnu’ndaki ilk Atatürk heykelinin yapımı için çekilen fotoğraftaki gibi yumruğunu mu sıkardı acaba?

Eminim yine de enseyi karartmazdı o! Olanlara bakıp dişini de yumruğunu sıkardı ama 1933’te Cumhuriyet’in 10. yıl nutkunun sonundaki gibi ‘anlamamız için’ bir kez daha şöyle derdi bize...

“Türk milleti! Sonsuza akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, mutluluklarla huzur ve rahatlık içinde kutlamanızı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene!”