Daha önce de kısmen söz etmiştim.
Yaşım ilerledikçe tuhaf tuhaf huylar ediniyorum.
Mesela, yediğim ve çok sevdiğim meyvelerin tohumlarını atmıyorum.
Neredeyse bütün montlarımın cebinde bir adet tohum taşıyorum.
Gün gelip bir meyvenin daha iyisini tattığımda onun çekirdeğini cebime koyuyor, cebimdeki eski çekirdeği de değişik yöntemlerle çimlendirip fide haline getiriyorum.
Medine hurması, Trabzon hurması, yeni dünya, Napolyon kiraz, Iğdır kayısısı, Kağızman elması, limon ve sarı çam, kara buğday...
Köydeki bahçede, Ankara’daki evde, saksılarda tohumdan fideye, fideden fidana, fidandan ağaca dönüştürdüğüm bitkilerim var.
★★★
Batılım yoktur ama cebimde taşıdığım, filizlendirdiğim, toprakla ve mavi gökle buluşturduğum her tohumun yaşamıma bereket getirdiğine dair bir hissim var.
Sadece bereket getirdiği hissi de değil...
Aynı zamanda Ali Rıza dedemden dinlediğim bir öğretiyi hatırlatır o tohumlar.
“Toprağa iki şey düşer: Atalarımız ve tohumlar...
Tohumlar soframıza kadar gelir, yeniden, yeniden...
Yaşam ise bize atalarımızdan emanettir.
Atalarımızın ve tohumlarımızın toprakla ve mavi gökle buluştuğu o yer ‘yurt’ olur bize.
Yaşam orada filizlenir ve devam eder.
Unutma: Bir yerde ziyarete gittiğin bir ata mezarı ve diktiğin bir ağaç varsa orası senin yurdundur. O yurda ölümüne sahip çık!”
★★★
Bu nedenle Kars’ı yurdum görürüm ve her gittiğimde iki yere mutlaka uğrarım.
- Biri dedemin mezarı.
Etrafında komşuları, akrabaları, yoldaşları...
Sağı solu söğüt ağaçlarıyla kaplı ince uzun yolda birlikte yürüyüşlerimizi, hasat için tarlaya gidişlerimizi, örste tırpan dövmeyi ve masat kullanmayı öğrettiği günleri, ahırda ve yayla damında yaptığımız tamiratları, onun yönlendirmeleriyle yaptığım küçük inşaatları ve beni izlerken mavi gözlerinde beliren mutluluğu anımsar, çaktırmadan göz yaşlarımı silerim her seferinde.
Bir de o muhteşem sesiyle söylediği Sümmani ve Aşık Şenlik türkülerini...
(Bir insanın çok sevdiği dedesiyle vedalaşamaması, cenazesine gidememesi ne acıdır bilir misiniz?
Devletimiz sağolsun. Sayesinde ben de vedalaşamamıştım dedemle, toprağa düşüşüne tanıklık edememiştim.)
- Diğeri, tarla başına dedemin nezaretinde kendi ellerimle diktiğim o söğüt ağacı...
Evdeki ansiklopedide okumuştum, bazı ağaçların kökü olmadan da filizlenip kök salabildiğini. “Çelikleme” diyorlarmış o yönteme.
Okur okumaz da söğüt ağaçlarından güzel düz dallar kesip evde filizlendirmiştim.
Sonra da dedemi yanıma alıp, evimizin altından geçen dere ile napızar dediğimiz tarlanın birleştiği yere götürüp dikmiştim.
Yıllar geçti, hepimiz bir yerlere dağıldık. Hep birlikte kalabalık bir şekilde oturduğumuz o sofralar dağıldı.
Yaşam mücadelesi, ekmek parası arayışı hepimizi ayrı kentlere savurdu.
Dedem, ninem, amcam, çok sevdiğimiz akrabalarımız toprağa düştü, aramızdan ayrıldı.
DSİ napızarın yanından geçen dereyi kuruttu.
Diktiğimiz ağaçlardan sadece biri kaldı ayakta.
O da kök saldı, uzadı, uzadı...
Başı göğe ererken, kökleri sadece toprağa değil, aynı zamanda kalbime dolandı.
★★★
O nedenle her bayram geldiğinde ben o ağacı düşünürüm.
Belki de dedemle yaşadığım son Kurban Bayramının o ağacın gölgesinde geçmiş olmasından.
O uzun, uzak ve neşeli günden:
Yedi aile, kurbanı imece usulü kesip, çıkan etleri yediye bölüp, yedi teneke kovaya doldurmuştuk.
Peşi sıra çöp atıp, yedi kovayı yedi aileye adil bir şekilde dağıtmıştık.
Kimsenin hakkı kimseye geçmesin diye kılı kırk yarmıştık.
Arada da kesilmiş yedi tike eti, oruçlarını açsınlar diye yedi nineye dağıtmıştık.
Sanırım bugün mumla aradığımız, uğruna mücadele ettiğimiz adaleti de ilk orada, o ağacın gölgesinde mavi gözlü dedelerim Ali Rıza ve (kardeşi) Kazım’dan, kuzenleri Bino (Binali) ve Gamo’dan (Kemal) yani Atalarımızdan öğrenmiştik biz.
Hepsi Sovyetler’de doğup, kaçarak gelmişti Anadolu’ya.
Hepsi o topraklarda yatıyor, o topraklara kök salmış şimdi.
Tıpkı kendi ellerimle diktiğim o söğüt ağacı gibi.
★★★
Ziyaret edeceğiniz bir ata mezarının, dikili bir ağacınızın bulunduğu, karnınızın doyduğu yurdunuzda, mutlu, sağlıklı, huzurlu bir bayram geçirmenizi diliyorum.
Her şey gönlünüzce olsun.