Bazı görüntüler vardır gözünüzün önünden hiç gitmez.
Kimi daha küçük bir çocukken takılır aklınıza.
Benim de aklımda öyle bir görüntü var.
En az 45 yıldır zihnimde asılı duruyor.
Komşumuz, akrabamızdı Derya. Benden bir-iki yaş küçüktü. Siz deyin dört, ben diyeyim beş yaşında.
Bir hastalığı vardı. Sürekli doktora götürürlerdi. Son götürüldüğünde günlerce geri gelmedi.
Geri geldiklerinde öldüğü söylenmişti.
Ölümün ne olduğunu bilecek anlayacak yaşta değildik. Bitmeyen bir çeşit uyku hali sanki.
Bahçeye bir çadır kurdular. Kadınlar çadırın yanında büyükçe bir kazanda su kaynattılar. Sonra yıkadılar Derya’yı.
Biz çocuklar, eski püskü tozlanmış elbiselerimizle, kirli saçlarımızla, sümük bulaşmış yanaklarımızla, meraklı kocaman gözlerimizle olup biteni takip ediyorduk.
Bir taraftan gizli gizli çadırın içine bakmaya çalışıyor, diğer taraftan kalabalıkta kaybolmamak için analarımızın eteklerine tutunuyorduk.
Analarımız, en çok da Derya’nın anası ağlıyordu o sırada. Kimi dizini dövüyor, kimi diğerine sarılıyor.
Ahıska göçmeni kadınların yürekten gelen bayatıları o zamandan bu yana kulaklarımda yankılanır.
Çadırdakiler işlerini bitirince, erkekler toplaştı çadırın etrafına. Bazıları dudaklarına yapışmışçasına duran birinci sigarayı taşın üzerinde söndürüp, kalanı cebine koydu. Kimi altı köşeli şapkasını taşa vurarak tozunu çıkardı.
Evden uzunca bir yastık getirdi biri.
Çadırdan (ileride adının kefen olduğunu öğrendiğim) beyaz bir beze sarılmış halde çıkardılar Derya’yı.
Yastığın üzerine uzattılar.
Biri yastığı taşıdı. Diğerleri arkasına saf tuttu.
Sürgün, açlık, yoksulluk gibi hallerin sıradan olduğu o coğrafyada büyümüş dedelerimiz, amcalarımız aheste adımlarla yürümeye başladı.
Yastığı taşıyan yorulunca yerine başkası geçti.
İki yanında sıra sıra evler bulunan ince uzun yolda yürüdüler.
İlerledikçe, o hayatlardan çıkan yeni insanlar katıldı aralarına, kalabalık büyüdü.
Yaklaşık bin 500 metre yürüdükten sonra mezarlığa vardılar.
Derya’yı o beyaz beze sarılı vaziyette toprağın içine bırakıp döndüler.
Biz çocuklar olup biteni anlamaya çalışıyorduk.
(Okula başladığımızda öğretmen olduğunu öğrendiğim) Bir kadın, Derya’nın melek olup gittiğini, kimi zaman bir kuş kılığında dünyaya dönüp aramızda olacağını anlattı.
O günden sonra, gerçekleri kendi aklımla anlayana kadar, küçük serçelere bakarken hep “Acaba hangisi Derya” diye düşünürken buldum kendimi.
★★★
Bugünlerde, Filistin’de kan ve ölüm kusan bombalarla, faşist bir liderin verdiği ölüm emirleriyle öldürülen çocukları görüyoruz durmadan.
Kimileri kefensiz.
Kimileri kefene sarılmış, annelerinin, babalarının, yakınlarının kolları arasında.
Hayatta kalan kardeşleri, arkadaşları bir yandan kendi yaralarını sarıyor, diğer yandan meraklı kocaman gözleriyle olup biteni anlamaya çalışırken onlarca, yüzlerce çocuğun cenazesine tanıklık ediyor.
Bütün o vahşete, kan ve ölüm kusan bombalara, gaddarlığa lanet ediyorum ama yine de (gerçeği bildiğim halde) hepsinin melek olup gittiğine inandırmaya çalışarak sakinleştiriyorum kendimi.
Sonra Mecit Ünal’ın Filistinli bir çocuk için yazdığı şiirle, Efkan Şeşen’in eklediği melodiyle ve Grup Yorum’un yorumuyla efsaneleşen o şarkıyı mırıldanmaya başlıyorum:
“Sen kurşun yağmurları altında / Güneşin delik deşik edildiği bir ülkede doğdun / Öptü kan revan içinde seni çırılçıplak bir ölüm / Ölümü ve gözyaşını gördün yavrum / Kan emmeyi öğrendin yaralarından / Saplanırken geceye ilk çığlığının sesi / Kestik göbeğini süngüyle senin / Terli bir asker kaputuna sardık sonra / Kurşunlar yağıyordu
cesedine annenin.../ Ağla yavrum ağla/ Dindirsin içindeki acıyı gözyaşların / Dönsün toz duman arasın aşkı / Ve çarpsın artık kanlı duvarlarından kuşatmaların.