Uğur Mumcu, Atatürk’ün kurduğu bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin tarikat-cemaat-siyaset eliyle bir din devletine dönüştürülmek istendiğini görmüştü
Bugün 24 Ocak 2022; tam 29 yıl önce bugün Uğur Mumcu katledildi. Katilleri hâlâ yakalan(a)madı.
Uğur Mumcu, bugünün o sözde “tarafsız”, gerçekte “yandaş” gazetecilerinden değildi.
Uğur Mumcu taraftı; gerçeğin, hakkın, haklının ve halkın tarafındaydı. Uğur Mumcu, Mustafa Kemal Atatürk’e, Kuva-yi Milliye’ye, Cumhuriyet devrimlerine; Kemalizm’e taraftı. Atatürk’ün kurduğu bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ne taraftı.
Uğur Mumcu karşıydı; dini kullanıp halkı kandıran ve “Atatürk” diye diye Atatürk devrimlerini yok eden iki yüzlü politikacılara karşıydı. Kendi köklerinden kopmuş, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve Atatürk’ü küçümseyen “sahte solculara” karşıydı. Uğur Mumcu teröre karşıydı. Tarikatlara, cemaatlere karşıydı. Uğur Mumcu emperyalizme karşıydı.
Uğur Mumcu görmüştü; Atatürk’ün kurduğu bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin tarikat-cemaat-siyaset eliyle bir din devletine dönüştürülmek istendiğini görmüştü. Uğur Mumcu, 12 Eylül 1980 Darbesi’nin bugünkü Türkiye’yi hazırlayacağını görmüştü.
Uğur Mumcu görmüş ve yurtsever, namuslu bir gazeteci olarak halkı uyarıp uyandırmaya çalışmıştı. Bu nedenle katledildi.
KEMALİST UĞUR MUMCU
Uğur Mumcu, 1967’de “Gerçek Uygarlık” başlıklı yazısında Atatürk’ü, “Ezilen bir ulusun ezenlere karşı isyan etmiş bilinciydi” diye tanımlamıştı. (Kim, 1 Eylül, 1967)
Uğur Mumcu, Atatürk’ü her şeyden önce “bağımsızlıkla” özdeşleştiriyordu. “Mustafa Kemal’e saygı bağımsızlığa saygı demektir. Atatürk’e bağlılık, onun en yüce armağanı olan ulusal bağımsızlığa bağlılık demektir” diyordu.
“Atatürkçülük ne demektir?” sorusuna şöyle cevap veriyordu: “Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir. (...) Atatürkçülük devrimcilik demektir.” (Cumhuriyet, 6 Ocak 1981)
Uğur Mumcu’ya göre Atatürkçülüğün temeli “Kuva-yi Milliye”ye dayanır. Ona göre Atatürkçünün üç belirgin özelliği vardır: “1. Atatürkçü antiemperyalisttir. 2. Atatürkçü devrimcidir. 3. Atatürkçü laiktir.” Ayrıca Atatürkçülüğün “Marksizm”le ve “Piyasa ekonomisi” ile de ilgisi yoktur. (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1981)
Uğur Mumcu’ya göre “Kemalizm eşittir, antiemperyalizm” demekti (Cumhuriyet, 23 Nisan 1980) Mumcu’ya göre “Kemalist model, kendine özgü devrimci bir çizgiyi oluşturmaktadır. Sanayileşmemiş, modern sınıfları oluşmamış, feodal yapı içinde kapalı kalmış toplumsal yapıların bu az gelişmişlik çemberini kırmaları için öngörülen siyasal yönetim biçimine, evrensel boyutlarda ‘Kemalist model’ diyoruz.” (Cumhuriyet, 10 Kasım 1981)
Uğur Mumcu, kendi ifadesiyle “Sapına kadar Kemalist”ti. Ona göre Atatürk’ü savunmak her devrimci aydının namus borcuydu. (Devrim, 3 Kasım 1970)
Uğur Mumcu, Din İstismarı ve İrtica
Uğur Mumcu, 1967’de “Cumhuriyetin Yargıcı” başlıklı yazısında “Atatürk’ün çizdiği ışıklı uygarlık yolu, bugün yabancı güçlerin ve dinsel hezeyanların elbirliği ile bozulmuştur” diyerek tehlikeye dikkat çekmişti. Mumcu, Atatürk’ün devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un, “Demokrasinin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir” sözünü hatırlatarak Cumhuriyeti korumak için Türk yargıçlarını göreve davet etmişti. (Kim, 15 Eylül 1967)
Uğur Mumcu birçok yazısında sağ iktidarların oy avcılığıyla din istismarı yaptıklarını örneklerle anlatmıştı. 1975’te kaleme aldığı “Sağa Beş Sola On Beş Yıl” başlıklı yazısında şöyle demişti:
“1960 öncesinde siyasal iktidarlar, Said Nursi’nin sakalını sıvazlayarak elini öperek oy toplamayı uygun görmüştür. 1961 sonrası Adalet Partisi de dinsel sağın oy depolarına dayanarak iktidara tırmandı. Bugün Milli Selamet Partisi’nin yönetici kadrosunu oluşturan politikacılar, Adalet Partisi’nin yüksek bürokratları ve ‘takunyalı’ biraderleriydi. (...) 12 Mart’ın sözde Atatürkçü yönetimi de sağcılar için açtığı bir iki göstermelik dava dışında ‘aşırı sağ’ dediği hiçbir örgüte ve kişiye dokunmamıştır. (...) Abdülhamit gericiliğinden, 31 Mart saldırganlığına, Said-i Nursi örgütçülüğünden, kanlı Pazar eylemciliğine kadar, bütün gerici akımlar yabancı sermaye milliyetçiliği, Hitler özlemciliği ve politika cambazlığıyla sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için birleşmiştir. (...) Tutucu iktidarların, yıllarca sarıldıkları din silahına bu kez de başvurulmaktadır. Eski hamamlarda eski taslar kullanılmaktadır.” (Cumhuriyet, 22 Nisan 1975)
Uğur Mumcu, dini kullanan sağ iktidarlar eliyle Cumhuriyet devrimlerinin yok edildiğini gözlemlemişti. 1976’da “Şu İşe Bakın” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Türkiye Cumhuriyeti cephe ortaklığının elinde adım adım geri gitmektedir. İç ve dış sömürünün ahtapot kolları, dinsel sağ, saldırgan ırkçılıkla birlikte Anayasa düzenini, Cumhuriyet ilkelerini yok etmenin yarışı içindedir. 31 Mart’ın kanlı kaldırımları bugünlere kadar uzanmıştır. Derviş Vahdetiler, Said-i Nursiler, Anzavurlar birer birer hortlayıp politika sahnesinde yerlerini almışlardır. (...) Çünkü bu noktaya adım adım gelindi. (...) Cumhuriyet tarihi yerine Osmanlı padişahları, Mustafa Kemal yerine Abdülhamit...” (Cumhuriyet, 17 Mayıs 1976)
Dinci sağın bitmeyen din sömürüsünden söz eden Uğur Mumcu çok haklıydı. Din istismarının yarattığı yıkım korkunç boyutlara varmıştı. 1970’lerde planlı, dinsel, mezhepsel saldırılar başlamıştı. 1978’de Maraş Katliamı, bu saldırıların en acı örneklerinden biriydi. Uğur Mumcu, 25 Aralık 1978’te Cumhuriyet’te “Katliam” başlıklı yazıda şöyle demişti: “Bu planlı ve örgütlü bir saldırıdır. Çevre illerden Kahramanmaraş’a getirilen katil çetelere belli adresler gösterilmiş, noktası ve virgülüne kadar hesaplanan bir plan yürürlüğe konmuştur.” Mumcu, 6 Ocak 1979 tarihli “31 Mart ve Kahramanmaraş” başlıklı yazısını da şöyle bitirmişti: “Kahramanmaraş olayının üzerine tıpkı Hareket ordusunun 31 Mart gericileri üzerine gittiği gibi gidilmezse laik Cumhuriyeti, Atatürk ilkelerini, çağdaş Türk Devleti’ni ne hakla ve ne yüzle koruyacağız bundan sonra! 31 Mart’ın gericileri hortladı; başlarında kirli kefeni ile Kıbrıslı Derviş Vahdeti, oluk oluk kan içiyorlar.”
Uğur Mumcu, Türkiye’nin 1950’lerden itibaren sağ iktidarlar eliyle adım adım irticaya teslim edildiğini söylüyordu. 1979’da “İrtica” başlıklı yazısında din sömürüsü ile ekonomik sömürü arasındaki ilişkiye dikkat çekmişti: “İrtica başlı başına bir sömürü kaynağıdır. Ekonomik sömürünün siyasi amaçlarla perdelenmesi çoğu kez din sömürüsü ile ortaya çıkar. Dinsel sömürünün ardında siyasi çarklar döndürülüyor. (...) Yüzyıllarca süren bir sömürüdür bu...” Ancak Mumcu, din sömürücülerinin belli bir süre siyasi başlarılar elde etseler de eninde sonunda kaybedeceklerini söylüyordu: “Dinsel sömürü kaynaklarına el atanlar zaman zaman siyasal başarılar elde ederler. Yakın tarihimizde II. Abdülhamit’in, 1950-1960 döneminde irtica sakalını okşayan Menderes’in ve camilerde poz poz resimler çektiren Demirel’in bu yollarla siyasal etkinliklerini artırdıkları bir gerçektir. Bunun yanında bir gerçek daha var. ‘İrtica’, din sömürüsüyle etkinlik kazanmaya çalışanlara hiçbir zaman ‘yar’ olmuyor. İşte Abdülhamit’in sonu. İşte Menderes’in acıklı serüveni. İşte Demirel’in düştüğü açmazlar...” Mumcu, yazısını şöyle bitirmişti: “İrticayla oynayan ateşle oynar. Bunun örneklerini yakın tarihimiz birçok kez kanıtlamıştır.” (...) (Cumhuriyet, 10 Ocak 1979)
Mumcu, 1984’te “Böyle Başlar” başlıklı yazısında din sömürüsünün zararlarından bir kere daha söz etmişti: “Din sömürüsünün sonu yoktur. Bu kapıyı bir kez açtınız mı, dince kutsal sayılan ne kadar kavram varsa siyaset sahnesinin malzemeleri olur. Bundan zarar görecek olan dinin kendisidir.” (Cumhuriyet, 16 Mart 1984)
Mumcu, 1986’da “İrtica Var mı?” başlıklı yazısında irticaya verilen tavizler sonunda gelinen noktaya dikkat çekmişti: “Bugün tiyatro basıldı, yarın yasal toplantılar basılır. Siyasal partilere karşı silahlı eylemler düzenlenebilir. Anarşi ve terör dediğimiz kargaşa da işte böyle başlar. (...) 163’üncü madde devletin temellerini din kurallarına göre değiştirmeyi suç sayıyor da ne oluyor? Nakşibendi tarikatı bir partide, Süleymancılar bir başka partide kümeleniyorlar. Seçimlerde tarikat şeyhlerinin sakalları sıvazlanıyor. Demirel gibi mason localarına kayıtları düşmüş siyasetçiler Said Nursi’ye övgüler yağdıran demeçler veriyorlar. Yasaklar var da Allah aşkına ne değişiyor, ne engelleniyor?” (Cumhuriyet, 17 Aralık 1986)
Uğur Mumcu Laikliğin Yok Edildiğini Gördü
Uğur Mumcu, sıkça laikliğe vurgu yapıyordu. 1981’de “Atatürk Yolunda” başlıklı yazısında laikliğin öneminden şöyle söz etmişti: “Laiklik Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur, bundan kimsenin şüphesi yok. Laikliğin toplumu büyük kargaşalardan ve kör bağnazlıklardan kurtaran bir dünya görüşü olduğu yaşanan her olay ile yeniden öğreniyor ve Atatürk’ün büyüklüğünü her olayda yeniden anlıyoruz. (...) Yakın tarihimizde çok acı örnekleriyle gördük ki, laiklik ilkesinden verilecek küçük, küçücük bir ödün, toplum için büyük ve onarılmaz yaralar açmaktadır.” (Cumhuriyet, 31 Temmuz 1981)
Uğur Mumcu defalarca, sağ iktidarların laikliği yok ettiklerini yazmıştı. 1985’te “Yine Laiklik” başlıklı yazısında, yaşanan bazı gelişmelere dayanarak “Laiklik ilkesi adım adım yok edilmektedir” demişti. (Cumhuriyet, 25 Eylül 1985)
Laikliği savunmak kolay değildi. Mumcu, bir yazısında “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil,” demişti. (Cumhuriyet 1 Mart 1987) Mumcu, bu cümleleriyle adeta bugünkü muhalefet liderlerine seslenir gibidir.
Uğur Mumcu, 1980’lerde Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bir uluslararası tehditten söz etmeye başlamıştı. Bu tehdidin adı “Rabıta” adlı dinci örgütlenmeydi. Mumcu, 1984’te “Rabıtat-ül Alem-ül İslam” başlıklı yazısında bu örgütü anlatmıştı. Bu örgütün “şeriat düzeni” üzerine bir İslam devleti kurmak istediğini, “Aramco” adlı ABD petrol şirketince desteklediğini, bu örgütün “Müslüman ülkelerde İslami yönetimlerin kurulmasına” çalıştığını yazmıştı. (Cumhuriyet, 2 Ekim 1984) Mumcu, 1987’de “Özal ve İdeoloji”, başlıklı yazısında, “Bu şeriat örgütü adım adı laiklik ilkesini yok ediyor. Bunu yaparken de Özal ailesine Suudi kökenli şirketler aracılığıyla milyarlar kazandırıyor” demişti. (Cumhuriyet, 23 Mart 1987) Mumcu,1987’de “Rabıta” adlı kitabını yayınladı.
Mumcu, 1987’de “Atatürk ve Bugün” başlıklı yazısında Türkiye Cumhuriyeti’nin adım adım nasıl dönüştürüldüğünü şöyle anlatmıştı: “Bugün birçok rektör ve dekan Türk-İslam Sentezi ideolojisini yayan ‘Aydınlar Ocağı’ adlı derneğin üyesidirler. TRT, Türk-İslam Sentezci görüşlerin başlıca yayın organlarından biridir. Devlet bürokrasisinde köprübaşları imam hatip okulu çıkışlı memurlarca tutulmuştur. Zorunlu din derslerinde din devleti propagandaları yapılmakta, ‘birader vakıfları’ aracılığı ile ‘İslamcı gençlik kuşağı’ yetiştirilmektedir.” (Cumhuriyet, 9 Ocak 19897)
1988’de “Tören Atatürkçülüğü” başlıklı yazısında “Atatürk’ün hilafeti bir çürük diş gibi söküp attığını”, bugün Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyenlerin ise yasadışı tarikatlarla “inkılapçılık” adına işbirliği yaptıklarını yazmıştı. (Cumhuriyet, 20 Mayıs 1988)
1990’da “Ayasofya” başlıklı yazısında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmek istenmesinin “ibadet ihtiyacından” kaynaklanmadığını, “Atatürk’ün aldığı bir kararı kaldırmak” amacı taşıdığını belirterek “Amaç İslamcı düşüncenin, devlet eliyle laikliği yenilgiye uğratmasıdır” demişti. (Cumhuriyet, 5 Ocak 1990). Çok haklıydı.
Uğur Mumcu, 1990’da “Nereye” başlıklı yazısında Türkiye’nin bugünlerini o günden görmüş, laik Cumhuriyetin bir din devletine dönüştürülmek istendiğini belirtmişti.
“İslam bankacılığı ile devletin temel hukuksal düzeni din kurallarına uyduruldu. Öğrenim Birliği Yasası göz göre göre çiğnendi. Zorunlu din dersleri ile laiklik hiçe sayıldı. Yurt dışındaki din görevlilerinin aylıklarının hilafet örgütü ‘Rabia’ tarafından verilmesi hoş görüldü. Diyanet İşleri Başkanlığında çalışması gereken din adamlarına kaymakam, emniyet müdürü, savcı olma olanağı tanındı. Devlet, islamcı kadrolara böylece göz göre göre teslim edildi. Nakşibendi tarikatı, kurduğu siyasal ve ticari ilişkilerle devletin köşe başlarına bağdaş kurdu. (...) İslamcı kadro devlet bürokrasisini adım adım ele geçirdi. (...) İmam hatip liselerini bitirenler ne imam oluyorlar ne hatip. Ne oluyorlar? Hukuk fakültelerini bitirip kaymakam, savcı ve emniyet müdürü oluyorlar. Demek ki, din eğitimi konusunda yüksek öğrenim yapanların çoğu başka alanlarda görevlendiriliyorlar. Bunun nedenini niçinini düşünmez misiniz? (...) 12 Eylül ile atılan tohumlar bugün yeşeriyor.” (Cumhuriyet, 14 Haziran 1990) O tohumlar çoktan yeşerdi, ağaç oldu.
Uğur Mumcu, 32 yıl önce Türkiye’nin nereye götürüldüğünü görmüştü. Bu nedenle katledildi. Uğur Mumcu’nun katledilmesinin üstünden 29 yıl geçti. Yıl 2022. Türkiye Cumhuriyeti, ekonomiden eğitime tüm kurumlarıyla dinselleştiriliyor. Ülke tarikatların, cemaatlerin oyun alanına dönüştürüldü. Artık laik Cumhuriyeti korumaktan söz etmenin anlamı yok, şimdi laik Cumhuriyeti yeniden ayağa kaldırmaktan söz edebiliriz.
Uğur Mumcu’yu saygıyla anıyorum...