Sevgili okuyucularım, Türkiye nüfusunun tam üçte birinin birbiriyle davacı-davalı olduğu resmen açıklandı. Bu demektir ki küçük çocukları saymazsak hemen hepimizin adliyelerde, idare mahkemelerinde, Yargıtay ve Danıştay’da dava dosyalarımız var.
Yargıya işi düşen vatandaş ne ister?
Hakim ve savcı tarafsız olsun, dosyayı dikkatli okusun, hukuku çiğnemesin, adamına göre ve siyasetin etkisiyle karar vermesin.
Bizde ise çoğu zaman tam tersi oluyor.
Bazı hakimler ve savcılar siyaset tarafından korkutuluyor ve hukuku çiğneyen kararlar vermeye zorlanıyor.
Hukuk ve adalet bu dönemde siyasal iktidarın esiri ve oyuncağı oldu. Özellikle siyasi davalarda iktidarın hoşuna gitmeyen kararlar veren her hakim ve savcıyı bekleyen tehlikeler var:
Sürgün, hatta meslekten ihraç!
Türk yargısı böyle bir ortamı Cumhuriyet döneminde hiç yaşamamıştı.

* * *

Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın (1875-1957) adını bugünkü genç kuşaklar bilmez. Hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet döneminin önde gelen gazetecilerinden biridir. Başına gelmeyen kalmamıştır. Şimdi despot Abdülhamit döneminde yaşadığı ilginç bir olayı da anlattığı kitabını okuyorum:
“Edebiyat Anıları.” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
Tam 33 yıl boyunca tahtta kalan Abdülhamit rüzgardan nem kapan, ülkeyi baskıyla yöneten, sarayından dışarı çıkamayan, hafiye ordusu kullanıp insanları ihbar ettiren korkak, vehimli bir padişah. Bütün aydınları sürgüne gönderip hayatını kaydıran, büyük devlet adamı Mithat Paşa’yı bile sürgünde boğdurup öldürten zavallı bir despot.
Hüseyin Cahit Yalçın onun döneminde siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan sanat ve edebiyat dergisi Servet-i Fünun’u çıkarıyor. Dergide günün birinde Fransızcadan tercüme ettiği yine siyasetle ilgisi olmayan bir yazısı çıkıyor.
Saray bu yazıdan işkilleniyor ve derhal sürgün kararı veriyor.

* * *

Sürgün deyince, Osmanlı’nın en uç noktalarına sürülüyorsunuz ve hayatınız kayıyor. Örneğin dedem askeri veteriner Emin Bey İttihatçı olduğu için Abdülhamit’in emriyle Büyük Sahra çöllerinin tam göbeğindeki Fizan’a sürülmüş ve yıllarca orada yaşamak zorunda kalmıştı.
Fakat sarayda aklı başında bir adam var. Mabeynci (padişahın özel memuru) Arif Bey her türlü riski göze alıp girişimde bulunuyor:
“Efendimiz, Avrupa devletleri zaten aleyhimizde. Şimdi biz Hüseyin Cahit’i sürgün edersek yine kıyameti koparırlar. İzin verin, bu işi mahkemeye havale edelim. Cezasını mahkeme verirse kimse bir şey diyemez.”

* * *

Sonrasını kitabından özetle aktarıyorum. Hüseyin Cahit Yalçın anlatıyor. Günümüze uyup uymadığına siz karar verin!
“Bugünkü gençler o zamanki arkadaşlarının nasıl önemsiz nedenlerle ne büyük tehlikelere uğradıklarını görsünler. (Çeviriyi tam metin veriyor.) İşte bu makaleyi Saray büyük bir suç saymıştı. Konu adliyeye gönderilmiş olduğu için bizi tutuklamadılar. Sorgu yargıçlığından (savcılıktan) bir çağrı aldım, belirtilen günde adliyeye gittim.
En alt katta küçük, dar, yıkık bir oda.
Genç bir kişi. Sorgu yargıcı (savcı) Ali Rıza Bey.
Sordu: Makaleyi ben mi yazdım, niçin yazdım.
Anlattım ki ben bu yazıyı Fransızcadan çevirdim. Hiçbir siyasal kışkırtma yoktur. Üstelik makale daha önce sansür memurluğuna gönderilmiştir. Sansürcü tarafından çizilen yerler çıkarıldıktan sonra basılmıştır. Buna göre benim ve gazetenin hiçbir sorumluluğu olmaması gerekir.
Makalenin Fransızca aslını istedi, verdim. Beni serbest bıraktı. Sonucu merakla bekliyordum. Benden sonra sansür memuru Velet Çelebi Efendi’yi de sorguya çekmişler.”

* * *

Bir süre sonra Abdülhamit savcısından yargılamayı durdurma kararı geliyor:
“Sorgu yargıcı Ali Rıza Bey Abdülhamit’in o zorlu emrine karşın bizi tutuklamak ve mahkemeye göndermek şöyle dursun, yargılanmamız için bir neden bulunmadığını söylemek derecesinde bir yiğitlik göstermişti.
Adalet Bakanı (o günkü deyimiyle Adliye Nazırı) Abdurrahman Paşa da bunu kabul etmiş ve Saray’a bildirmişti.
Saray’dan ikinci bir yazı daha geldi. Saray bizim cezasız kalmamızı kendine yediremiyor, gerçekten suçsuz olup olmadığımızı soruyordu.
Namuslu ve mert Adalet Bakanı bu yazıyı işleme bile koymadı. İkinci bir cevapla işi kestirip attı. Biz de kovuşturmadan kurtulduk.
(Yıl 1901.)”

* * *

Hüseyin Cahit anlatmayı sürdürüyor:
“Şu küçük olay Türk adliyesinin tarihine şeref veren örneklerden biridir.
Baskıcı ve zorba bir padişahın o kadar yıldırıcı bir emri, namuslu bir Adalet Bakanı ile yiğit ve dürüst bir sorgu yargıcının kişiliklerinde görülen hak ve adalet anlayışı karşısında parçalanıyor ve geçersiz kalıyordu.
Sorgu yargıcı başına bir bela getirmemek için, aklanma kararını mahkeme versin diye bizi rast gele tutuklar ve mahkemeye gönderebilirdi. Bunu yapmadı.
Dalkavuk bir Adalet Bakanı, Sarayın hoşuna gitmek için bizim külümüzü havaya savurmaya kalkar, hüküm giymemiz için yargıçlara emir verirdi.
Yapmadı.
Abdülhamit dönemi için bunlar çok büyük bir erdemdir.
Türk adliyesi en kara günlerde bile böylesine erdemli adamlar yetiştirdi.
Bu anı karşısında saygıyla eğilmeyi bir görev sayıyorum.”

* * *

Şimdi şu olaya bakın, bir de günümüz yargısında tanık olduğumuz acı gerçeklere!..
Görevini hak ve hukuka, yasalara uygun olarak korkmadan yapan hakim ve savcılarımızı tenzih ediyorum...
Ama bir bakınız, aradan geçen 114 yıl boyunca nerelerden nerelere gelmişiz!
Hak ve hukuk bir kenara bırakılmış, adalet siyasetin güdümüne ve emrine verilmiş, yargı bağımsızlığı yok edilmiş...
İktidarın hoşuna giden karar verenler yükseliyor, tersini yapan hakim ve savcıların başına olmadık işler açılıyor.
Bu gidişle neredeyse Abdülhamit dönemindeki baskı, zulüm ve yargıda verilen keyfi kararları bile arar olacağız!