Sevgili okuyucularım, Türk siyasetinin gelmiş geçmiş en renkli kişilerinden biri olan Baba’yı da yitirdik.
Allah rahmet eylesin.
Kendisiyle fazla bir muhabbetim olmamıştı. Onun evine girip çıkanlardan, güçlü olduğu dönemde elini öpüp yalakalık yapan, gücünü yitirince kendisini bir çırpıda unutan, hatta hakkında suçlayıcı yazılar yazmaya başlayan çarpık gazetecilerden hiç olmadım.
Son zamanlarda, özellikle AKP iktidarı döneminde arkadaşlarla hep konuşurduk:
“Ah Baba, şimdi biraz daha genç ve sağlıklı olacaktı ki bunların hakkından gelecekti.”
Gerçekten de gelirdi.
Ama özellikle son yıllarda sağlığını iyice yitirmiş, Güniz Sokak’taki evine çekilmek zorunda kalmıştı.
Bazen hastaneye kaldırıldığını ya gazetelerden ya da arada bir öğle yemeğine gittiğimizde evinin tam karşısında bulunan kebapçının garsonlarından öğrenirdik.
Garsonlar her şeyi bilir, sorduğumuz zaman saklamazlardı.
- “Baba nasıl çocuklar?”
- “Pek iyi değil. Bacaklarında sorun olduğu için artık rahat yürüyemiyor. Evine asansör yapıldı.”
Araştırdık, haber doğru çıktı.
Bir kat merdiveni bile artık çıkamıyordu ve salondan ikinci kata çıkması için Güniz Sokak’taki üç katlı evine asansör yapılmıştı.
* * *
Sonra başka haberler gelmeye başladı... Böbrekleri yeterince çalışmadığı için haftada iki gün diyalize girdiğini öğrendik.
Yaşı ilerledikçe sağlığının bozulduğu anlaşılıyordu.
Bir öğle yemeği sonrasında kebapçıdan çıkmıştım, polislerin beklediği, sokağa bakan bölümdeki korumalara Baba’nın hatırını sordum, “Lütfen kendisine saygılarımı iletin” dedim.
Telefon numaramı aldılar.
Bir saat geçti, telefonum çaldığında karşımda Baba vardı.
“Selamınızı aldım, teşekkür ederim. Gözlerinizden öperim, yazılarınızı okuyorum.”
Onca sağlık sorunu arasında beni aramıştı.
* * *
Pek kimse bilmez, geçmişteki “Siyasetçi” Baba’yı hiç sevmezdim. Aradan yıllar geçti, 1993 yılında Özal’ın ölümü sonrasında cumhurbaşkanı oldu...
İşte, gerçek Baba’yı o süreç içerisinde tanıdık.
Laik Cumhuriyet’in değerlerine bağlı, Atatürk ilkelerini ve devrimlerini özümsemiş, onlardan ödün vermeyen, ettiği yemine bağlı kalan bir cumhurbaşkanlığı yaptı.
Yine o dönem için söylüyorum...
Geçmişin katı, tutucu ve inatçı siyasetçisi gitmiş, yerine demokrat, hoşgörü sahibi, ilerici, özgürlükçü ve sapına kadar Atatürkçü bir devlet adamı gelmişti.
Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunurken hakkında nice olumsuz yayınlar yapılmış, karikatürler çizilmiş, eleştirilmiş ama birine bile dava açmak aklına gelmemişti.
* * *
Muhteşem bir belleği vardı. İlgili veya ilgisiz Türkiye’de her konuda belki yüz binlerce rakamı unutmaz ve gerektiğinde konuşmalarında kullanırdı.
Falanca ilin falanca köyünde bir yıl önceki sel felaketinde kaç koyun öldüğünü sorun, bilirdi. Acayip bir işti!
Bir gün arkadaşlarla konuşurken birisi “Bu rakamları bence kafadan atıyor” dedi.
İyi de, her söylediği rakam sonra doğru çıkardı!
İsim belleği de öyleydi.
20 yıl önce kendisini bir kez ziyarete gelen muhtara ismiyle hitap ettiğinde muhtar şaşırırdı.
* * *
12 Eylül yönetimi 1983 yılı Mayıs ayında anlamsız bir karar aldı. Çeşitli partilerden 16 yasaklı siyasetçi Çanakkale Boğazı kıyısındaki Zincirbozan askeri tesislerine “Sürgün” edildi.
Süleyman Demirel, Hüsamettin Cindoruk, Deniz Baykal, Ekrem Ceyhun, Ali Naili Erdem, Sadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, İhsan Sabri Çağlayangil, Yiğit Köker, Celal Doğan, Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur ve Mehmet Gölhan...
Zincirbozan sakinlerini birinci ve ikinci derece yakınları dışında herhangi bir kimsenin ziyaret etmesi yasaktı.
Deniz kenarındaki bu askeri tesis adeta bir sayfiye yeriydi ama aynı zamanda sıkı bir  koruma altındaydı.
Bir yanda büyük ağaçlar, yeşil bahçeler, güzel binalar, yemek servisi yapan asker garsonlar...Denize girmek serbest!
Öte yanda ise özgürlüğü kısıtlanıp “Kibarca” gözaltına alınan siyasetçiler!
* * *
Hüsamettin Cindoruk halamın oğlu olduğu için ziyaret hakkım vardı ve Zincirbozan’a gittim. Gözaltında kaldıkları dört ay boyunca oraya girebilen tek gazeteci ben oldum. Ancak sıkıyönetim yasakları vardı, bir tek satır bile yazamadım.
(Orada yaşadıklarımı birkaç yıl sonra yayınlanan Önce İnsanım Sonra Gazeteci isimli kitabımda anlatmıştım.)
Zincirbozan’da bulunan 16 kişiyle ağaçların altında saatlerce sohbet ettik.
Çoğu şortlarıyla, yazlık tişörtler ve ayaklarında tokyolarla otururken, sadece Baba takım elbiseli ve kravatlı idi ama ayaklarında terlik vardı!
Diğer siyasetçilerle birlikte orada her gün Türkiye’nin yaşadıkları ve geleceği ile ilgili seminerler düzenlediğini anlattılar. Pes etmemişti.
* * *
Baba’nın Güniz Sokak’taki meşhur evi, bizim Ankara bürosunun hemen karşısında...
13 Mayıs günü evin önüne iki ayrı ambulans geldiğini gördük...
İçinden doktorlar ve hemşireler indi...
Ambulanslardan biri bahçeden içeri kıçın kıçın giriş yaptı...
Belli ki Baba rahatsızlanmıştı...
Bizim arkadaşlar hemen koşup resim çektiler ve haber ilk olarak Sözcü’nün internet sitesinde fotoğraflarla birlikte yayınlandı.
Baba sedye ile ambulansa taşınıyordu...
Gidiş o gidiş...
Evinden son çıkışı olduğunu kim bilebilirdi...
Allah rahmet eylesin, amin.