Doğan Satmış işsiz geçirdiği üç ayı anlatıyor kitabında.

Yalan söyleyecek halim yok, medyaya girme arzum son derece pragmatikti. Yazı yazmayı seviyordum, başka da pek bir şey yapmak istemiyordum. Bir yandan da çok para kazanmak istiyordum. Hiç kimsenin ilgilenmeyeceği boş fikirlerimi bir 40 yıl yazıp bir de üstüne yat-kat alacak kadar maaş verecekleri tek sektör medyaydı.
Düşünün, Derya Sazak’ın bile villa sahibi olduğu bir sektörden bahsediyorum.
Güneri Cıvaoğlu’nun maaşından söz ediyorum...
Bu yüzden de 17 yaşımda Ertuğrul Özkök’ün kapısını onu bile şaşırtan bir teklifle çalmıştım: Gazeteci değil, köşe yazarı olmak istiyordum.
40’ımda birkaç milyon dolar nakit artı gayrimenkulle emekli olurum diye hayal ediyordum. Hâlâ vaktim var gerçi...
Medyaya girdim ve ilk şokumu yaşadım.
Birincisi artık “o” paralar yoktu. Bütün gazeteci ağabeylerimiz-ablalarımız medyadan servet yapılan yılların geride kaldığından yakınıyordu.
İkinci şok: Meğer medyada hiç iş güvenliği yokmuş. Oktay Ekşi bir keresinde 40 yıldır her yazısını “Bugün işten atılır mıyım” diye düşünerek yazdığını söylemişti, inanmamıştım. Bir gün o da atıldı.
Hep okurun gazetecilerin gerisinde olduğu varsayılırdı, şimdi uçurum tersine iyice açıldı. Twitter troll’ü @sunigundem’in 140 karakterlerin analizleri Hürriyet yazarlarından daha isabetliyse ortada bizim mesleğimiz açısından bir sorun var demektir.
21 yaşımda ilk kez işsiz kaldım.
Çok garip, hiç bunalıma girmedim. Cebimdeki son parayla balzamik sirke ve “LA Confidential” filminin DVD’sini aldım.
İlk seferinde İstanbul’un en popüler teraslarından birinde şeftalili daiquiri içiyordum; 10 tane falan.
Bir keresinde Amsterdam’da kiraladığım kanal evinin merdivenlerinde, bir keresinde de Gökova’da teknede işten atılma konuşmasını yaptım telefonda.
Arkadaşım Doğan Satmış’ın “Bir İşsizin Günlüğü” kitabını okuyunca umursamazlığımın da bir tür travma belirtisi olduğunu düşünmeye başladım.
Doğan, aralıksız çalışıp bir anda işsiz kalmayı benden daha ağır karşılamış. Ben yine de kitabının bazı sayfalarda kahkahalarla okudum, acısıyla alay ettiğim için değil. Yer yer alternatif iş bulma çabaları absürtleşiyor. Bir daha gazeteciliğe dönmeyi düşünmediği için Ankara’da CEO’luktan Akmerkez’de İngiliz pub’ı açmaya, hatta turizm işine girmeye kadar pek çok şey düşünmüş... İşsizliği çok güzel anlatıyor.
Gazeteciler, gazetecilikten başka pek iş yapamazlar.
Tabii, o benden farklı olarak aile sahibi. İki çocuğu var. Sorumlulukları benim gibi “dolçe far niente” bir hayat yaşamasını engelliyor.
Ben kendi adıma çalışmadığım zaman üretken olabilen birisi değilim mesela. İşsizken boş vaktimi kitap yazmakla değerlendiremedim hiç... Yeni hobiler falan da edinmedim. Basbayağı boş oturdum...
Doğan Satmış kitabında bir daha gazetecilik yapmamaktan bahsediyor, ama galiba ondan farklı olarak benim hep umudum vardı yakın zamana kadar. Bir köşede (nehir kenarında) durursak sıranın yine geleceği umudu... Bir de hep haklı olduğumu biliyordum. Artık böyle düşünmüyorum. Çünkü medya hep aptallığı, vasatı ödüllendiriyor.
Mesela bir Taha Akyol’a köşe yazdırılıp Kadri Gürsel’in susturulmasını kabullenemiyorum.
Doğan Satmış yeniden gazeteciliğe döndü; ben akademiye doğru yol almaya başladım. Düşünüyorum: Gazetecilik tarih boyunca hep krizdeydi; peki şimdi yapmaya değer mi?
Ben yine de şanslı olanlardanım. Sesimi duyuracak bir köşem, bana sahip çıkan ve yer açan bir gazetem var.

Über savaşları

Bu işten kan çıkacak




Gazetecilik her an işsiz kalınabilecek
bir meslek.

Über’den nefret ediyorum. Agresif büyüme politikaları, en ihtiyaç duyduğumuz anda bu ihtiyacımızdan dolayı bizi sömürmeleri falan midemi bulandırıyor.
Mesela cumartesi sabaha karşı bar çıkışı New York’ta bir taksi bulmaya kalkın, yok. Metroya yürüyecek halinizin kalmadığını düşünün...
Über çağırırsanız normalden birkaç katı ücret ödemek zorunda kalacaksınız. Neyse ki New York şehri belli bir sınır koydu da istedikleri kadar katlayamıyorlar.
Paris’te yoldan taksi çevirmek zaten imkansız... Kışın moda haftasında 8 Euro’luk yolu Über’le 40 Euro’ya gittim. Mecburiyetten...
Ama Über’i çok da seviyorum.
Hayatım hep böyle ikircikli işte.
Çünkü sarı taksilerden (hem New York’ta, hem İstanbul’da) o kadar nefret ediyorum ki...
New York’ta boş olduğu halde ışığını açmaz... Brooklyn’e gitmeye direnir... Kredi kartı makinesinin çalışmadığını iddia eder... Arkası daracıktır (Ford Escape’se) ve klima açmaz...


Paris’te taksiciler yolları kapatıp Über sürücülerine saldırdılar.

Bu klima açmama Türk taksilerinde de yaygın... Şoförler klimayla ilgili fantastik tıbbi gerekçeler uydururlar; bunları not etseydim keşke zamanında.
Bizde de arabalar rezil, şoförler kaba, koku falan... O yüzden Über özellikle İstanbul’da kurtarıcı gibi adeta...
Batı’daki belli şehirlerde Über yöneticilerin başını ağrıtıyor. Geçen haftalarda New York’ta belediye başkanı Bill De Blasio’yla Über arasında ciddi bir savaş yaşandı. App’e De Blasio seçeneği kondu, seçtiğinizde hiç taksi bulamıyordunuz.
Über ciddi bir medya kampanyasıyla De Blasio’yu hedef aldı, tam 3.2 milyon dolarlık kampanyayla. Çünkü belediye başkanı Über sürücülerinin sayısına sınırlama getirmek istiyordu, taksici lobilerinin de işine geliyordu bu.
Bazı eyaletlerde araba sahibi herkes Über sürücüsü olabilir. Geçen hafta Maine ve Massachussets’de böyle pek çok şoföre denk geldim.
Bundan birkaç hafta önce Paris’te de taksiciler yolları kapattı, grev yaptı, hatta Über olduğunu düşündükleri arabalara (içinde yolcu varken) saldırdılar.
Yeni alışkanlıklar otururken gelenekselle savaş sürecek kısacası. Tabii Über de bir melek değil, mutlaka denetim altına alınması gerek. Özellikle müşteriyi sömürmesine hak verilmemeli.
Bu savaş İstanbul’a da sıçrayacak kuşkusuz. Benim tarafım şimdiden belli: İstanbul’da minibüsçüler ve taksicilerin karşısında kim varsa, onlar.

Gazeteciler bunlara gülüyor

Bir Demirören fıkrası




Erdoğan Demirören hakkında
fıkralar üretiliyor.

Erdoğan Demirören’i hepimiz ağlayan telefon konuşmasından tanıyoruz, Milliyet’in patronu.
Demirören’in bir özelliği de medyada tıpkı bir dönemin Yıldırım Akbulut fıkraları gibi hakkında pek çok espri/hikaye üretilmesi.
Bunlardan birini Mustafa Mutlu kitabında yazmıştı. Israrla Mutlu’ya Hasan diye hitap ediyormuş...
Benim duyduklarımdan biri geçen hafta işine son verilen Kadri Gürsel’le ilgili...
Demirören’in ’yazarlar televizyona çıkamaz’ takıntısı vardı. Oysa Kadri Gürsel uzun süre televizyonda program yapıyordu. Bu ona sorulduğunda “Ben onu attım zaten” demiş!


Köşesini kaybeden son isim Kadri Gürsel oldu.

Oysa kastettiği Ruşen Çakır’mış...
O esnada ne Ruşen Çakır’ı ne Kadri Gürsel’i atmış halbuki... Attığını düşünmüş...
Ruşen Çakır’ı sözde atma gerekçesi şu: Bir gün Vatan’a ziyarete gitmiş, Ruşen Çakır ayağa kalkmamış...
Sanırım Kadri Gürsel’in kim olduğunu hâlâ bilmiyor...

 

Doğan Satmış’ın kitabından

İsim isim medya


Rahşan Gülşan’ın yaptığı baklava jesti yanlış anlaşıldı.

- Enis Berberoğlu mesleğe İstanbul’da başladığı halde Ankara’da iki farklı dönemde gazetecilik yaptıktan sonra Hürriyet genel yayın yönetmeni olabilmişti. Ankara’ya gidip gelmeleri de bilinçli olarak bu amaca yönelikti.
- [Habertürk gazetesi yayın yönetmeni] Selçuk Tepeli “Birileri konyağı içmiş, bitirmiş” dedi. “Allah Allah, senin odana girip konyağı nasıl içerler?” diye şaşırdım. “Yani biz içtik canım” diye ekledi.
- [İşten atılınca] o muhafazakâr kadın köşe yazarı [Nihal Bengisu Karaca] da beni hiç aramadı. Nedense diğer kadınlar gibi o da arar sanmıştım. Yıllarca, kendisini gazetede hep kolladığım, her zaman yardım ettiğim, bu yüzden de başkalarınca hep suçlandığım için böyle bir beklenti içine girdim sanırım.
- [Asil Nadir] “Bu kadar haber size nasıl geliyor?” diye sorunca, medyadan bihaber olduğunu anlamıştım.
- [Ahmet Çalık’ın] Sabah’ı aldıktan sonra gazete yönetici ve yazarlarına verdiği yemeği hatırlıyorum. Yemekte içki içsek mi içmesek mi onu tartışıp durduk, sonunda içtik.
- Rahşan Gülşan seçim gecesi gazetecilerin çalıştığını bildiği için “Biraz tatlı alıp ziyaret edeyim” demiş. Bu durum patron katına “Aşağıda yazıişleri çalışanları AKP’nin seçim yenilgisini baklavayla kutluyor” diye yansımasın mı?
- Muharrem Sarıkaya çok iyi bağlama çalar, çok sayıda bestesi bile vardır. Arada bir de barlarda DJ’lik yaptığını söyledi, üstelik bu sabah 5’lere kadar sürüyormuş.
- Erkam Tufan Aytav’la Cemaat’in Afganistan’daki okullarını görmem için bir basın gezisine çağırdıklarında tanışmıştım.
Cemaat’in bu ülkede 15 okulu vardı ve harikalar yaratıyorlardı.


Elif Şafak telefonda hüngür hüngür ağladı.

- [İşten atıldığı] haberini kendisine telefonla verdiğimde Elif Şafak önce çok şaşırmadı. Yarım saat sonra telefonum çaldı, arayan Elif Şafak’tı. Telefonun diğer ucunda hüngür hüngür ağlıyordu.
- Özay Şendir Habertürk gazetesinin kuruluşunu izleyen dördüncü ayda işinden atılmıştı. Meğer Cemaat’le ilgili bir manşet yüzündenmiş. Patron katından direkt yapılan tek uyarı o oldu.İletişim:

 

Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.