Genç kuşaklar pek bilmez.
Türkiye’de televizyon yayını Ankara merkezli başladı ve zamanla yurt geneline yayıldı.
Tek kanaldan siyah beyaz yayın yapılan o emekleme yıllarında, İstanbul’dan gelen Orhan Baykal ve Sacit Doğruyol gibi ben de, mecburen Ankara’da yaşıyor, doğup büyüdüğüm kente ancak iş çıktığında gelebiliyorum.
Orhan, Haber Dairesi Başkanlığı’nda muhabirlik yapıyor, Sacit’le ikimiz Televizyon Dairesi’ne bağlı olarak çalışıyoruz. Henüz bekarız. Hâlâ görüştüğüm arkadaşlarım ahlaklı, dürüst, çalışkan, tertemiz insanlar. Nitekim “Yalandan kim Ölmüş” adlı kitabı Orhan’la birlikte yazdık.
Uzatmayalım, Mithatpaşa Caddesi’ndeki televizyon binasına yakın bir yerde ortaklaşa bir ev kiraladık.
Evi hiçbir sorun çıkmadan paylaşıyor, gül gibi geçinip gidiyoruz.
Ancak zaman zaman eve gidip gelen bir arkadaşlarından hiç mi hiç hoşlanmıyorum.
Çünkü dedikodu yapıyor, kolayca yalan söylüyor ve orada olmayan herkesi çekiştirip iftiralar atabiliyor.
Bir iki sabrettikten sonra Orhan ve Sacit’e “Sizler sağlam karaktere sahip güvenilir kişilersiniz. Ama o arkadaşınız size hiç benzemiyor. Lütfen söyleyin bir daha evimize gelmesin” dedim.
İtiraz etmedikleri gibi tespitlerime katıldılar. Ancak İstanbul’dan lise arkadaşları olması nedeniyle gurbette mecburen katlandıklarını söylediler.
Konu böylece kapandı, başka bir kamu kurumunda çalışan o kişinin ayağı evden kesildi.

* * *

Bir sabah biraz geç uyandım. Çünkü gece, canlı yayın nedeniyle eve çok geç gelmiştim.
Orhan’la Sacit ise çoktan işe gitmişlerdi.
Banyoda traş olurken dışarıdan bir kadın feryadı gelmeye başladı.
Biraz kulak verince kadının
“O Uğur Dündar dışarı çıksın, onunla mutlaka görüşmem gerekiyor” diye bağırdığını duydum..
Hemen giyinip kapıya indim, yoksa rezalet çıkacak, haber olacağız.
Bir de ne göreyim?
Kadının kucağında 1.5-2 yaşlarında bir bebek yok mu?
“Acaba bir komploya mı uğruyorum” diye düşünürken, kadın gözyaşları arasında anlatmaya başladı. Meğer mesele çok farklıymış:
O benim evden uzaklaştırdığım kişiyle bir gönül ilişkisi yaşamışlar. Adam evlenme vaadiyle kadını hamile bırakmış. Ancak çocuk dünyaya geldikten sonra bırakın evlenmeyi, bebeği nüfusuna geçirmemiş, hatta bir daha da arayıp sormamış.
Kadını teskin etmeye uğraştım ama nafile.
“Bu çocuğu mutlaka nüfusuna geçirecek. Yoksa bebeğimle birlikte canımı kıyacağım. Size yalvarıyorum, ne olur bu adamı bulup konuşun” diyerek uzaklaştı.

* * *

Bulmaz olur muyum?
Hemen bulup, karşıma oturttum.
Çocuğun kendisinden olduğunu kabul edince “Yaptığın vicdansızlık...” sözcükleriyle başlayan ve burada ayrıntısını yazamayacağım bir yığın laf ettim.
Ne dese beğenirsiniz?
“Boşver yahu! Bu kadının beyninde ur var! Nasılsa yakında ölecek! Değmez!” deyince kendimi kaybetmişim.
Sonrasını ve ne yaptığımı daha sonra arkadaşlar anlattılar!..

* * *

Aradan aylar, mevsimler yıllar geçti.
O kişi günün birinde ansızın rahatsızlandı.
Muayeneler sonunda beyin tümörü teşhisi konuldu.
En ünlü cerrahlara ameliyat ettirildi ama tümörün habis çıkması nedeniyle kısa bir süre içinde hayatını kaybetti.

* * *

“Yakında ölecek” dediği kadın ise hâlâ yaşıyor!..

* * *

Peki ben bu tüyler ürperten öyküyü neden yazdım?
Nedeni çok basit;
Hayatını kötülük yapmaya adayan vicdansızlara fani olduklarını hatırlatmak için!..