Kibrin, hırsın, gösterişin, görgüsüzlüğün, zulmün tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Üstelik tüm bunlar sözüm ona inanç adına ortaya çıkıyor! Ve gün geçmiyor ki dini alanda yapılan bir açıklama, infiallere sebep olmasın.
İlahi dinler, akla, fıtrata, fizik ve toplumsal yasalara aykırı söz söyleyemez. Vahyin ortaya koyduğu espridir bu…
Din merkezli konuşuyorsak, akıl, fıtrat, vahiy menşei itibarıyla aynıdır.
Bunları görmemek ve yanlış söylemlerde ısrar etmek, birbiriyle çelişik olan şeyleri Allah’a izafe etmek olur.
Dini konularda bütünlüklü yaklaşım elzemdir.
Tek tek ele alınan ayetler, yanlış anlaşılmalara vesile olabileceği gibi, bilimsel yaklaşımlardan ve tarihsel-toplumsal ihtiyaçlardan bigâne yorumlar da büyük tartışmalara ve kafa karışıklığına yol açar.
Sistemli ve düzenli bir dünya görüşünün oluşturulması için her kavramın açık ve net bir şekilde ortaya konulması gerekir. Bu görev öncelikli felsefenindir. Ancak, İslam’ın beşinci yüzyılından sonra ne İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi filozofların oluşturduğu Aristocu sistemin, ne de İbn-i Arabi’nin oluşturduğu sufi sistemin devamı gelmiştir.
Fazlur Rahman “İslam ve Çağdaşlık” eserinde, “İslam Medeniyeti yeniden dirilmek ve canlanmak istiyorsa, büyük bir düşünce hareketi içine girmelidir” der ve şöyle devam eder: “Şu anda bütün Müslüman devletlerin yaptığı gibi, Batı bilim ve teknolojisini ithal etmekle hiçbir ilerleme kaydedilemez. Zira bilim ithal yolu ile gelmez; ancak kendi içimizde yeşerebilir. Bunun için de aranan şart, düşünceye önem veren sosyal bilimlerin ve felsefenin yeniden İslam’da kurulmasıdır.”

UCUZ YAKLAŞIMLAR


Yeniye ve yenilenmeye direnen zihniyet, aklı çalıştırma yerine nakilciliği kutsayarak, dini, doğru ile yanlışın karışarak aktığı geleneğe teslim etmiştir.
İlahi olan, insan zihniyle buluştuğu andan itibaren beşeri bir anlayışa dönüşür. Bu manada din bir gelenektir. Dolayısıyla bir dönemin, bir mezhebin ya da bir insanın anlayışını aslın yerine ikame etmek, dini, tek bir bakışa hasretmek/indirgemek olur. Oysa gelenek, her dönem çağın gereklerini dikkate alan bir anlayışla, vahiy ekseninde gözden geçirilmeli, yeni anlayışlara imkân verilmelidir.
Tam da bu noktada “namaz kılmayan hayvandır” ya da “namaz kılmayanlar idam edilmelidir” hezeyanlarını hatırlayacak olursak; bu tür hükümlerin, ne bütünlüklü bir Kur’anî perspektiften, ne de en temel hak ve özgürlükler bağlamında bir değerlendirmeden geçtiği söylenemez.
Ne yazık ki, İslamî düşünce, yerel düşünceden çıkamamış bir anlayışın elinde adeta esir! Ancak “İnanıyorsanız kabul edeceksiniz, böyle inanmak zorundasınız” gibi yaklaşımların miadı doldu. Sadece inançlı olanlar üzerinden de değil Müslümanlar, kendilerini tüm insanlık üzerinden tartmalılar. Ötekiler tarafından ‘nasıl algılanıyorsunuz’ sorusu önemli… Zira tam da o karşılaşma, medeniyet anlayışımızı ortaya koyar.

FIKHIN BELİRLEYİCİLİĞİ


İkinci bir husus, fıkha, haddinden fazla belirleyici bir rol verilmesidir.
Mezhepçilik belasının temelinde bu anlayış yatar.
Fıkıh (hukuk) ve itikat (inanç) ayrımı yapılmaksızın, her konunun “iman” düzleminde tartışılıyor olması, inananları biçim ve semboller üzerinden düşünmeye ve mahalli anlayışlara mahkûm kılmıştır.
Bu noktada şöyle bir soru sormak gerekir: İslam tarihi boyunca herhangi bir coğrafyada fıkıh itikadı belirledi mi ya da tam tersi? Bu sorunun tartışmasını başka bir yazıya bırakıyorum.
Evrenselin peşinde değil de, yerel düzeyde ve haliyle iktidara eklemlenen söylemler, popülist ve koyu bir taassubu da beraberinde getiriyor.
Bu noktada ikinci bir tespite de ihtiyaç var: Günümüz İslamcılarının yerden yere vurduğu Batı ve onun ortaya koyduğu düzen, beğenelim ya da beğenmeyelim; 2500 yıllık bir felsefi geleneğin içinden doğmuştur. Öyle ki kapitalizmin de Marksizmin de kökenleri bu gelenek içinde aranabilir. Örneğin Bertrand Russel’in “Batı Felsefesi Tarihi” buna örnektir. Peki, bu çalışmaya benzer bir Doğu Felsefesi Tarihi ortaya konulabilmiş midir; konulmuşsa şayet bunlar 21. yy dünyasının siyasi, iktisadi ve dahi toplumsal gereksinimlerine cevap verebilecek düzeyde midir? Özellikle siyasi düzlemde bir tartışma geleneği ve şeffaflık inşa edilebilmiş midir? Batıyı eleştirme yerine bu sorulara cevaplar aramak çok daha yerinde olacaktır.
Ezcümle; aklın, vicdanın, sağduyunun içinde yer aldığı bir din söylemi oluşturulmadığı sürece, toplumda, iktidarın dili dinin yerini alır.