1970’lerde söylenen “Barışa Kadar Savaş” (War Until Peace) sloganı, barış konusunda “çelişik” bir ifade gibi duruyor. Denebilir ki, eğer barışı samimi olarak istiyorsan, savaşa derhal son ver! Hatta mademki barış istiyordun, niye savaşmaya başladın? Hayır! Burada bir tutarsızlık yok. Çünkü sloganın aslı “Zafere kadar savaş”tır. İstenen barış değil, zaferdir. Zafer de istediğini elde etmektir. Zaferin tersi yenilip pes etmektir. Yani istediğini savaşarak elde edemeyeceğini veya karşı tarafın istenileni vermezlik edemeyeceğini kabul etmesidir.
Güneydoğu’da, Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de veya Yemen’de barışın bir türlü tesis edilememesinin sebebi budur. Savaşan taraflardan hiç biri ne pes etmekte, ne de taleplerinden vazgeçmektedir. Şunu vurgulamak gerekir: Savaşın başında bir tarafın kazanma ihtimali yoksa veya bu ihtimal zamanla ortadan kalkmışsa, dış güçlerin zayıfa yardım etmesi, barışa hizmet etmez. Tam aksine savaşı uzatır. Uzayan savaş, maddi hasarı ve beşeri ıstırabı artırır. Savaşın bir an önce bitip barışın gelmesi arzulanıyorsa, yenilmesi kaçınılmaz olan tarafa yardım edilmemelidir. Böyle davranılırsa, yenilenin talepleri yerine gelmemiş olur ama yıkım, ölüm ve muhaceret de biter.

GALİBİ BELLİ OLMADAN SAVAŞ BİTMEZ

Tarih boyunca, insanları selamete kavuşturan “Barış Sözleşmesi” denilen metinler incelense bunların aslında birer teslim zaptı olduğu görülür. Zaten selamet de, teslimden gelir. Barış sözleşmelerini “yenen” hazırlar; imzalayanı rahatlatmak için bir iki küçük rötuştan sonra “yenilen” tarafça kabul edilir. Akla “berabere biten savaş” yok mudur sorusu gelebilir. Benim bilebildiğim kadarıyla yoktur.
Berabere biten savaş olsa olsa “bölüşme ile biten savaş” anlamına gelebilir. Görünüşte bitmiş gibi duran her savaşın “uzatmaları” vardır. Uzatmada taraflar ve talepler değişebilir. Bu türev savaşta yine taraflardan biri kazanınca biter; barış gelir. Birinci Dünya Harbi bittikten sonra, bizim Kurtuluş Savaşı’nı başlatmamız ve barışın ancak zaferden sonra gelmesi, bunun iyi bir örneğidir.

DAVUTOĞLU’NUN ON EYLEM HUTBESİ

Allah Başbakan Davutoğlu’na kolaylık versin. Son derece çetrefilli bir görev üstlenmiş bulunuyor. Türkleri ve Kürtleri aynı oranda tatmin edecek bir çözüm geliştirmesi adeta imkansız. Profesör Davutoğlu’nun Mardin söylevinin arka planında, Atatürk’ün “lâiklikle ve Türküm demekle mutlu olmak” ilkelerinin Kürt sorununu yarattığı iddiası yatıyor. Bu, zaten AKP’nin başından beri benimsediği tezdir. Onun için Cumhurbaşkanı Erdoğan, “biz geldiğimizde Kürt meselesi vardı, şimdi yok” demiştir.
AKP’nin çözüm modeli, ulusal değil dinsel birliğe dayanıyor. Kürt ile Türk, ancak İslam çimentosuyla kaynaşabilir diyorlar. Ana dili Kuran dili Arapça olan Araplar bu çimento ile birleşemedi. Laik veya dindar Kürtlerin de bu tezi benimsediğini sanmıyorum.
Davutoğlu’nun Mardin’de açıkladığı “10 Eylem” olsa, olsa isyan tamamen bastırıldıktan yani askeri harekât zaferle sonuçlandıktan sonra ele alınacak hususlardır. Kürtler de, müzakere masasına mağlup taraf olarak oturmamak için savaşı uzatıyor.
SON SÖZ: En kötü barış, etnik temizlikli bölünmedir.