Sevgili okuyucularım, 2002 yılından beri AKP iktidarları dönemini yaşıyoruz. Demek ki yaklaşık 14 yıl geçmiş.
Bu parti o günden bu yana herkesi, bütün kesimleri ezmeye ve uyutmaya kalkıştı, hakaret etti, toplumu kamplara böldü, milletin sinir sistemini bozdu ama yandaşlarına köşe döndürdü.
Gıdasını hep bunlardan aldı.
Saldırdıkça saldırdı...
Sadece içeriye değil dışarıya da aynı taktiği uyguladı.
Bütün komşularımızla papaz olduk. İran, Irak, Suriye...
Komşu ülkelerle mezhep kavgasına giriştiler, sövdüler saydılar, posta koydular ve Türk Milletinin yüzlerce trilyonunu boş yere harcadılar.
Sadece komşularımıza değil, sınır komşumuz olmayan Rusya ve İsrail’e de aynı tavrı sergilediler.
Şimdi akılları başlarına geldi, hepsine barış eli uzatıyorlar (mış!)...
Zira bu yanlış politikaların altında hem kendileri ezildi, hem de Türk Milletinin rezil olmasına neden oldular.

* * *

Yeni sadrazam Binali çıktı Meclis kürsüsüne, o ülkelerle barış süreci başlattıklarını resmen açıkladı. Bunların kafasındaki barış süreci şudur:
Düne kadar sövdüğün, aşağıladığın İsrail’le dost olmak!
Uçağını düşürdükleri Rusya’dan özür dilemek!
Yani kısacası bükemediğin eli öpmek.
İşin ilginç ve yüz kızartıcı yanını da unutmayalım:
Bu iktidara destek veren yüzsüzler, Tayyipgiller İsrail’e saldırırken alkış tutuyordu. Şimdi barışırken yine alkış tutuyor!
İktidar Rusya’ya posta koyarken alkışlıyordu, şimdi özür dileyince yine alkışlıyor.
Ya rabbim yandaşlar onurlarını bu kadar mı yitirdi?

* * *

Son sadrazam Binali kesenin ağzını iyice açmış inciler saçıyor, aynı konuşmasında muhalefet partilerine de barış çağrısında (!) bulunuyor:
“Hiç olmayacak ülkelerle (Yahudi İsrail’le bile!) mutabakata varıyoruz da, kendi ülkemizdeki partilerle niçin mutabakat yapmayalım. Dostluk elimizi muhalefete uzatıyoruz. Muhalefet partileriyle dostluğu geliştirmeyi hedefliyoruz.”
Bu işler seni aşar kardeşim, bu gibi konularda kararı sen değil, senin amirin olan Tayyip verir.
Sonra Türk siyaset tarihine geçecek bir laf daha ediyor:
“Muhalefetinizi seçimden önce yapın, seçimden sonra yapmayı bırakın!”
Bunlar çok ucuz taktiklerdir.
Gıdasını gerilimden, saldırmaktan, toplumu birbirine düşürmekten alan bir iktidarın piyasaya sürmeye kalkıştığı anlamsız numaralardır ve bu saatten sonra hiç kimseye yutturmak mümkün değildir.
Eğer fikrinde samimi ise, partisinin ve amiri olan Tayyip’in sürekli saldırıları nedeniyle önce Türk Milletinden özür dilemelidir.
Kendisi, Tayyip ve hükümeti adına...
Dolayısıyla, ağzından çıkan bu sözlerin ciddiye alınacak tarafı yoktur.

Ertuğrul olmak ya da olmamak!


Üçümüzü Ankara Hilton Oteli’nde kalmakta olduğu kral dairesinde kabul etmişti. Hürriyet’in üç yazarı Bekir Coşkun, Sedat Ergin ve ben... Kitabımda da anlatmıştım, benimle kavgası vardı. Bir yanda Tayyip, bir yanda patronu Aydın Doğan baskısı... Ezikti, zırvalıyordu, “Hükümeti eleştirme, aranızda ben silindir gibi eziliyorum” diye yalvarıyordu. Az kaldı, her gün Nasrettin Hoca fıkraları yazmamı isteyecekti!
Kral dairesindeki itirafını hiç unutmam:
“Bakın beyler ben gazeteci falan değilim. Ben altı topu havaya atıp yere düşürmemeye çalışan bir jonglörüm! Cambazım ben cambaz...”
Ona orada yine acımış ve içimden “Allah kimseyi bu Ertuğrul Özkök kadar küçük düşürmesin” demiştim.

* * *

Patronunun gözüne girmek için çaba harcar, cebinde onun limitsiz kredi kartıyla dünyayı gezerdi. Bugün de öyle.
Yemeklerde patronun salatasına yağını limonunu elleriyle koyar, patronun siparişlerini garsonlara kendisi verirdi:
“Bonfilesi az pişmiş olsun, yanına brokoli koyun. Başka bir şey istemeyiz!”

* * *

İki büyük korkusu vardı:
Tayyip ve Aydın Doğan!
İlkinin korkusu siyasi, ikincinin korkusu parasal.
İkisini de ayrı ayrı idare etmek zorundaydı. Zor işti! Ben yazdıkça üzerime gelir, yalvarıp yakarır, süresiz ücretli izne çıkayım diye rica edip dururdu.
Sonunda iş olacağına vardı ve ben Hürriyet’ten kovuldum. Bir süre sonra da Bekir ayrılmak zorunda bırakıldı. Eli artık rahatlamıştı!

* * *

Yazılarına her gün bakıyorum, onun adına ben utanıyorum. 70 yaşına geldi, torun sahibi oldu ama huylu huyundan vazgeçmiyor.
Her gün cinsel fanteziler, belden aşağı vuruşlar, dünya sosyetesiyle iç içe ilişkileri...
Ne şiş yansın ne kebap diyerek her tarafı idare etmeler, suya sabuna dokunmayan zırvalarla sayfa doldurmalar...

* * *

Dünkü yazısını okudum. “Deve üstündeki kadın mı daha tahrik edici, araba kullanan mı” diye soruyor ve şöyle diyor:
“Deve üstündeki kadınlarla ilgili hiçbir fantezim olmadığı için bu topa girmeyeceğim.”
Cinsel fantezileri arasında demek ki bu yokmuş! Olsaydı kaçırmaz, topa mutlaka iyi bir giriş yapıp anlatırdı.

* * *

İkinci bölümün başlığı şöyle:
“Siz yine de prezervatifinizi yanınızda taşıyın.”
Fransa’da gay’lerin kan vermesi 1984 yılında yasaklanmış ama lezbiyenler serbestmiş. Sonra müjdeli bir haber veriyor!
“Fransız gay’ler geçtiğimiz Pazar gününden itibaren kan verme özgürlüğüne yeniden kavuştu.”
Hemen ardından önerisini dile getiriyor, meraklısına nasihat veriyor:
“Siz yine de prezervatifinizi yanınızdan eksik etmeyin derim.”
Türk basınının en önde gelen cinsellik ve belden aşağı yazarı.

* * *

Eli bunları bile yazmaya varan bu şahısta hiç utanma sıkılma kalmadı... Hep böyleydi ama artık çukurun dibine vurdu.
Türkiye’nin bu rezil ortamında Hürriyet okuyucuları ile alay edercesine böyle zırvalayıp insanları çileden çıkarmayı başarıyor!
Okuyucundan utanmıyorsun, bari torunundan utan be adam!
Meğer bize “Ben gazeteci değilim beyler, jonglörüm. Cambazım ben cambaz” derken bir bildiği varmış.