43

Şöyle bir ziyarete gittiğim Avusturya’nın büyüleyici kenti Salzburg’da kimi gurbetçi kardeşlerimle konuşurken e tabi laf dönüp dolaşıp memleketi idare edene ya da edenlere geldi. Kimi memleketten göç edip gitmiş, kimi orada doğmuş, Türkiye’de hiç yaşamamış emekçi insanlar. Vatan duyarlılıkları bir başka. Açmışlar gözlerini, kulaklarını radyoda,
televizyonda memleketten gelen haberleri dinliyorlar. Kafalarındaki soru hep aynı aslında: “Türkiye’ye ne oluyor, ülke nereye gidiyor?” O bana soruyor nasıl gittiğini, ben ona soruyorum memleketin Avrupa’nın göbeğinden nasıl göründüğünü! Aslında o sorularda herkes karşısındakini tartıyor. Güvenini kazandınız mı anlatıyor olan biteni, kafasındakini. Ne olur ne olmaz, temkinliliği kimse elden bırakmıyor ama. Sohbetlerimizde “tek adam” en çok duyduğum tanımlama oldu. Mevcutun destekçisi ya da muhalifi kim olursa olsun bu tanımlama cümlenin bir yerinde mutlaka geçiyor. Tek adamlık! Bu, demokrasisi kör-topal işleyen ülkeler için bile utanç verici bir tanımlama. Ortadoğu’nun gaddar yönetimlerini anımsatan zavallı bir niteleme. Konuştuğum gurbetçiler; her ülkede olduğu gibi, farkedilen belli bir ilerleme var ülkede diyorlar ama ekliyorlar: Yobazlık ve cehalet de aynı derece de ilerliyor. Ülkemdeki saygı tükenişinin ve bölünmüş ruh halinin farkındalar. En acı veren soruysa şu: “Gazetecisiniz, bilirsiniz. Bölünecek miyiz?” Canımı acıtan bu soruya “Elbetteki hayır” diyorum ama “bu soruyu akıllara getiren hangi akıldışı ve yanlış politikalara imza attı yönetenler acaba? Takkeyi önlerine koyup kara kara düşünüyor mu ya da düşünüyorlar mıdır ki?” diye kendi kendime sormadan da edemiyorum. Eminim ki birçok T.C. vatandaşı da bu soruları soruyordur kendilerine.

44

Hafta sonu kaçışı, Salzburg


Bence şu aralar gitmenin tam zamanı. Huzur, doğa, kültür, naif şehir yaşamı, yemek diyorsan İstanbul’dan atlıyorsun uçağa 2 buçuk saat sonra ciğerimin köşesi Salzburg ‘tasın. İstersen Mozart’ın eşsiz eserleriyle haşır neşir edilmiş enfes akşam yemeğini yersin, istersen kusursuz Hellburn Sarayı’ndaki su oyunları oynayıp, heykellerle süslenmiş yemyeşil bahçelerin ihtişamına tanık olursun. Seçim senin. Kudretli Salzach Nehri’nin ikiye ayırdığı bu minyatür şehre yapacağın bir haftasonu kaçamağıyla arınır, tazelenir, dünyanı değiştirir dönersin memlekete.

45

Hele ki  tartışmaların, olayların, kavga-gürültünün bir türlü bitmediği bugünlerde ilaç gibi gelir Salzburg sana. Mozart’ın doğduğu ve damgasını vurduğu kent olan Salzburg’un nüfusu yaklaşık 150 bin. Çevre köy ve kasabalar da dahil olmak üzere 5 ya da 6 bin civarında Türk kardeşimiz yaşıyor. Birçok da müzesi var bu küçücük kentin. Alp’lerin eteğinde serpildiği için de doğası ve havası bir harika. Tavsiye edeceğim en güzel aktivite ise Salzbergwerk Hallein ‘de tuz madenlerini keşfetmeniz. Malum Salzburg, Tuz Şehri anlamına geliyor. Bu madende de yüzyıllar evvel başlayan tuz yolculuğunun gizemine tanık oluyorsunuz. Mirabell Saray ve bahçelerini keşfetmek de apayrı bir rehabilitasyon. Ben Salzburg’a gittim, gördüm, çok da sevdim. ‘Hadi gel gidelim’ desen bir daha atlar gelirim. Burnumuzun dibindeki güzellikleri kaçırmamak gerek nihayeinde. Hele ki bugünlerde Bodrum’una Çeşme’sine valiz valiz para harcayacağınıza, bütçenizi yormayacak Salzburg’a gidin, kültüre ve huzura doyun geri dönün. Hadi Guten Tag!

Doğdukları yerde ölenler


Engin Altan Düzyatan’lı, Cem Davran’lı “Ve Panayır Köyden Gider” filmini izlerken, büyük usta Zülfü Livaneli’nin efsanevi bestesiyle sarmalanmış ‘Doğdukları yerde ölenler’ şiirini anımsadım doğal olarak. Anadolu’nun ıpıssız bir köyünde, ahalinin yaşadığını bile unuttuğu zamanda, tam bir kısırdöngü içinde, öyle sakin kıpırtısız geçen günler, geceler...
Çocukluğumun geçtiği üç beş bin nüfuslu kasabalar geldi aklıma. Zaman durur hiç geçmezdi. Dünyadan uzak, minicik dertleriyle sarılmış, türlü küçük entrikaların döndüğü, acımasız kıskançlıkların yaşandığı köyler, sert mizaçlı kasabalar...
Bir süre sonra trenlerin, otobüs, minibüslerin bile gelmediği, geçmediği az haneli yerleşimler.
Los Angeles’ın hızlı ikliminde yaşarken köyde geçen (daha doğrusu geçmeyen) bir hikaye yazmak da maharet ister aslında. Mete Sözer’in filmini izlerken ıssızlığın trajedisine, kimi çaresizliklerin de komedisine tanık oldum. Filmde gişe beklentisi yok.
İlyas Salman’ı uzun bir aradan sonra beyazperdede görmek de iyi gelecektir birçoklarımıza.

49

Bence, Kiss the Frog!


Boğaz’ın en nadide köşesinde etrafınız balıkçılarla, kebapçılarla, kahvaltıcılarla sarılmışken sushisinden, kavrulmuş Ege otlarıyla harmanlanmış ahtapot
ızgarasına, kum midyeli spagettisinden pancarla tuzlanmış somona doğru bir yolculuk yapmak istemez misiniz? Ben bir pazar akşamüstü atladım gittim Rumelihisarı’na. Baba balıkçılardan İskele Balık’a yüzünü vermiş, Boğaz’ın en güzel manzarasına sahip “Kiss the Frog” dünyasına dalıverdim. FSM Köprüsü’nün şavkı Boğaz’a vurdukça, e muhabbet de kıvamına geldikçe daha bir sevdim mekanı. Bildiğiniz deniz ürünleri yok burada. Mutfağı da yeni tatlar denemekten kendini alıkoyamayan haşarı bir mutfak. Demem o ki, İstanbul’un en eğlenceli deniz ürünleri kesinlikle bu mekanda. Dekorasyonu bir harika, servis kalitesi kusursuz, sahibe hanımefendisi yılların restaurantçısı ve lezzet ustası Gül Etker. Peki daha ne olsun? Muhabbet olsun, gönüller coşsun! Harikulade yaz gecelerinde, iftarlarda, akşamüstü buluşmalarınızda ‘Kiss the Frog’ favorileriniz arasına girmelidir. Söylemesi benden.

46

Ömür’lü lezzetler


Yemek dünyasının içine daldıkça neyin iyi, neyin “eh işte” olduğunu ya da neyin “aman abi hiç bulaşmayalım” kıvamında olduğunu daha iyi anlıyorum. Mesela bu hafta yıllardır takip ettiğim bir kardeşimizin Ömür’ün kitabını önereceğim. Geçen hafta tv programımda da sıkça bahsettim. Ömür Akkor ile Komili Lezzet Seyahatnamesi nihayet çıktı, raflardaki yerini aldı. Kadim Anadolu’nun eskimeyen yemek geleneğini gayet güzel anlatıyor.

47

Tabi bu dediklerim google’dan bul, kes-yapıştır, hop kitap yap kurnazlığıyla olmuyor dostlar. Atlıyor gidiyor Ömür kardeşim ağız tatlarının doğdukları topraklara, sorup, soruşturuyor, öyküleriyle beraber yemeğin gerçeklerini gün ışığına çıkarıyor. Aslında bildiğiniz araştırmacı gazetecilik yapıyor. Komili’ye de bu cennetlik projeye destek olduğu için binlerce kez teşekkürler tabi. Unutulan, bilmediğimiz, bilip de yapmadığımız ya da sadece yediğimiz yöresel yemekleri mercek altına alan genç ve deneyimli şef Ömür Akkor’a şapka çıkarıyorum. Gerçek anlamda “milli ve yerli” tanımlamasını hak eden bir çalışmaya ıslak imzasını attığı için.