OHAL’in ağırlığı altında, Lozan’a yapılan saldırıların gölgesinde, iktidar ve medyası cenahında derinden bir “savaş senaryosu” şekillendiriliyor!..
24 Ağustos tarihinden bu yana fiilen Suriye’de bulunan ancak kara gücü olarak ÖSO’yu kullanan TSK’nın El Bab ve Rakka için “gün saydığı” iddiası “havuz medyası” gazetelerinin, televizyonlarının ve tabii “yorumcu” kılığına girmiş iktidar kuyrukçularının kaleminden ve dilinden düşmüyor!..
Biliyorsunuz, Suriye sınırını geçtikten 40 gün sonra TSK ve desteklediği ÖSO’nun 960 kilometrekarelik alanı temizlediği bizzat yetkili ağızlardan açıklanmıştı. Bu alan Türkiye’nin öteden beri söylediği “güvenli alan” için fazlasıyla yeterliydi... Ancak Saray, ABD dönüşünde “Rakka ve Musul” için Amerika ile birlikte hareket edebileceklerini söylemiş ve şu mealde bir iddiada bulunmuştu:
-Bu iki güç on bin kişilik DAEŞ’i (IŞİD) halledemiyorsa yazıklar olsun!..
Biz de “eyvah” demiştik!. “Kendi sınırlarını güvence altına almak, yurdunu güvende tutmak başkadır, bir emperyal ülkeyle ‘emperyalist çıkar’ algısı yaratacak kanlı ve sonu belirsiz bir maceraya atılmak başkadır” diye de eklemiştik!..
O günden bu yana köprülerin altından bizim bilmediğimiz hangi sular aktıysa, dün Star Gazetesi’nin manşeti aynen şöyleydi:
-Büyük Taarruz emir bekliyor!..
Haftalardır sorduğumuz “neler oluyor?” sorusuna bundan açık, bundan seçik bir yanıt olamazdı!.. “Büyük taarruz” nedir?.. Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin diğer adıdır!.. Türk Ordusu’nun Yunan kuvvetlerine karşı
26 Ağustos’ta başlattığı, 9 Eylül’de İzmir’e girdiği ve 18 Eylül’de Yunan Ordusu’nun Anadolu’yu tamamen terk ettiği genel saldırının tarihe kazınmış zaferinin adıdır!..
-Demek ki, bu muhteremlerin yeni “hedeflerinin” adı, muzaffer (!) bir savaşa imza atmak ve yeni bir Atatürk yaratmak!..

Küçük kafaların nafile fantezisi!..

Aslına bakarsanız, her insan için hayal etmek gayet olumlu, motive edici bir şeydir!..
Hatta “hayal etmek, başarmanın yüzde ellisidir” der büyüklerimiz... Ancak hayal etmekle, fantezi üretmek, mümkünü olmayan hayallere kapılmak, bu yüzden bir milletin varlığını bile tehlikeye atmak, büyük yıkımlara neden olacak kırımların sorumlusu olmak bambaşka bir şeydir!..
Her hallerinden, her yazıp çizdiklerinden, her sözlerinden nefret de etseler büyük bir hayranlık besledikleri, bir türlü yok edemedikleri için hayıflandıkları Mustafa Kemal’in dünyaca bilinen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözcüğünü bile niçin söylediğini bilmeyen bu muhteremler, tarihe geçmiş şu cümlesinden haberdar mıdırlar şüpheliyim:
-Harp zorunlu ve hayati olmalı ama milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe harp bir cinayettir!..
Yani “aksi gerekmedikçe savaş bir cinayettir” diyor büyük devrimci!.. Bakalım bizimkiler ne yapıyor?.. Bir kere nasıl bir “fetih kafasında” olduklarını şu satırlardan anlıyoruz:
-500 yıl sonra Merc-i Dabık!..
Neydi bu Merc-i Dabık?.. 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Memlükler’e karşı kazandığı savaşın adıydı. Yani bir “fetih-işgal” savaşıydı!.. Aynı haberde IŞİD’in de bölgeye bin terörist daha kaydırdığı ve handek kazmaya başladığı yazıyordu. Niçin peki? Çünkü IŞİD kafası da burada yapılacak bir savaşın “kutsal savaş” olacağına, galip geleceklerine ve mahşer gününe çok az bir süre kalacağına inanıyor da ondan!.. Tıpkı Evanjelist kafanın buradaki kapışmayı “Armageddon” yani dünya yaşamının sona erişinin başlangıcı olduğuna inandığı gibi!..
Üstelik bu saçmalıklar, yıllardır hem Hıristiyan hem de İslam dünyasındaki fanatikler tarafından körükleniyor!.. Üstelik milyonlarca insanın ölümü, tecavüze uğraması, evden, yurdundan sürülmesi uğruna...
Mustafa Kemal’in savaşı ise bir yurt savunması, işgale direniş, bağımsızlık ve özgürlük savaşıydı!.. Hiçbir emperyalist devletten yardım almadığı gibi onların emperyalist amaçlarına karşı yapılan bir savaştı!.. Üstelik yurdun dört bir tarafı işgal altındayken, padişah ve kuyrukçusu hainler, ihanet içinde Yunan askerini “Hilafet Ordusu”, İngilizleri “kurtarıcı” olarak ilan etmişken!..
-Demek ki bu kafa Büyük Devrimcinin tırnağı bile olamaz!..

Bir ülkeyi-ulusu acımasızca harcamak!..

Medyada yazılan, çizilenlere göre, kerameti kendinden menkul kalemler bir türlü karar veremiyorlarmış:
-Atatürk’e mi yoksa Abdülhamit’e mi benziyor?..
Atatürk konusunu yukarıda anlattım. Abdülhamit’i ise defalarca yazdım; ikisinin arasında hiçbir benzerlik bulunmadığı ortada... Ama muhteremlerin “Abdülhamit benzetmesi” dahi yüreğimi yaralıyor vallahi!.. 1,5 milyon kilometrekare toprak kaybeden, 33 sene acımasız bir İstibdat idaresi kuran Abdülhamit bile en azından müthiş bir “kıvrak politika” ile Osmanlı’nın çöküşünü geciktirmeyi başarmıştı!.. Dönemin durumuna göre “İngilizci Kamil Paşa’yı” ya da Rusya taraftarı “Nedim Paşa’yı sadrazam yaparak durumu idare etmişti. Nedim Paşa etrafında hangi lakapla anılırdı bilir misiniz? Nedimof!..
Bizimkisinin tayin ettiği ise “stratejik sığlık”, “değersiz yalnızlık” girdabı içinde boğuldu gitti!.. Şimdi ise “savaş kazanarak tarihe geçme” “fatih olma”, “en büyük lider olarak anılma” hırsı yüzünden 80 milyonluk bir ülkeyi ateşe atıyor... Biz yine de uyaralım:
-O savaşı, emperyalistle birlikte kazanamazsın, “fatih” yerine ancak “maşa” olarak anılırsın... Ülkesini tarumar eden
bir hayalperest olarak tarihin kara kaplı defterinde ancak bir dipnot olabilirsin. Kısacası bir Abdülhamit’in gömleği dahi on numara büyük gelir!..