Acıyla yaşamanın ağır yükünü taşımak nasıl bir şeydir? “Yaşamın Kıyısında” son yıllarda izlediğimiz en güçlü dramlardan biri...  Bir filmi unutulmaz yapan şey sadece aklınıza bazı sahneleri kazıması değildir. En azından benim için bu böyle. Çok güzel sahnelerle dolu şahane filmler vardır. Filmin adının geçtiği her yerde hafızanız hemen o sahneyi canlandırır kafanızda. Bir de sizde kalıcı bir duygu bırakan filmler vardır, içinize oturur. Bir süre sonra size anlat deseler, başından sonuna düzgün bir sırayla anlatamazsınız belki de. Ama filmin sizde bıraktığı duygu bir tortu gibi kalmıştır yüreğinizde ya da aklınızda. Bir sinema filmini ölümsüz kılan şeylerin başında işte bu ‘tortu’ gelir. Sinema sadece güzel görüntü değildir. Sinema kalp işidir biraz da. Perdede kurduğun yaşamla, anlattığın hikayenle hiç tanımadığın insanların kalbinde ya da aklında güneşli bir pencere açabilmektir sinema.

“Yaşamın Kıyısında” böyle filmlerden biri işte. Hiçbiri ‘film karakteri’ gibi durmayan, hayatın içinden karakterlerin hüzünbaz hikayesini izliyoruz. Hikayenin ortasında ise çok acı bir trajediye sebep olmuş, sonrasında kendini yalnızlığa ve mutsuzluğa mahkum etmiş, gün doldurur gibi yaşayan Lee Chandler adlı genç bir adam var. Lee bir gün abisinin öldüğü haberini alınca doğup büyüdüğü kasabaya geri döner. Abisi bütün mal varlığını ve ergen oğlunun velayetini ona bırakmıştır. Ancak Lee zaten kendi yaşamını gönülsüzce yaşayıp giden bir adamken büyüme çağında genç bir delikanlının sorumluluğunu nasıl alabilsin ki? Peki Lee’yi bu hale sokan o büyük trajedi neydi?

yasamin_kiyisinda_1

“Yaşamın Kıyısında” hayata ve hayatın yaşattığı acılara katlanarak, pes etmeden yaşamanın zorluğuna dikkat çeken çok ‘insan’ bir film. Yıllar geçse bile acısı ve etkisi bir gram bile eksilmeyen kayıplarımızla yaşamanın yükünü bir film en fazla ne kadar hissettirebilir? Aynı temayı kullanarak içimizi yakan pek çok film izlemişizdir şimdiye kadar ama çok azı “Yaşamın Kıyısında” kadar sade, basit ama etkileyici bir senaryoyla karşımıza çıktı. Filmin gücü tamamen burada, asla şov yapmıyor, izleyicinin duygularını sömürmek için abartılı hamlelere başvurmuyor yönetmen ve yazar Kenneth Lonergan.
Müthiş bir gözlem yeteneğine sahip bir yönetmen kendisi. İlk filminden beri izleyicilerini hiç yanıltmayan, onları hep kalplerinden yakalayan hikayeler anlattı. Ama “Yaşamın Kıyısında”yı çok özel yapan şeylerden biri de karakteri Lee’yi, onu çok iyi içselleştirmiş Casey Affleck’in performansından güç alarak çok iyi anlamamızı sağlaması. Lee’nin iç dünyasını, ara ara uyanan acısını ve hislerini çok iyi yansıtan sahneler yazabilmiş. Affleck’in gidip gelen ses tonunu bile kullanarak hayat verdiği Lee’nin acısını, pişmanlığını ve yoğun kederini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Lonergan’ın kurgucusu Jennifer Lame de çok iyi bir iş çıkarmış. Zaman zaman iç içe geçen bazen de ağırkanlı ilerleyen sahneler yine de yağ gibi akıp gidiyorlar.

yasamin_kiyisinda_3

Lee’nin eski karısı Randi’yi oynayan Michelle Williams, kısa görünme süresine rağmen filme damgasını vuran unsurlardan biri olmayı başarmış. Özellikle Lee ile karşılaştığı ve afişte de görünen sahnede ikisi de mükemmeller.
Film başından sonuna kadar sizi gerçek insanların, gerçek hayatlarına şahit yazıyor resmen. Kendi hayatınızla paralellikler kurup, hayatınızda yeri olmayan bu insanların peşine takılıp gidiyorsunuz. Özellikle Lee Chandler’la benzer şeyler yaşamasanız bile empati kurabiliyorsunuz. Başkalarıyla empati kurma refleksini giderek kaybeden bir toplum olarak böyle filmlere daha çok ihtiyacımız var bugünlerde. İzleyin pişman olmayacaksınız...

5 yıldız
Yaşamın Kıyısında
Yönetmen: Kenneth Lonergan
Oyuncular: Casey Affleck, Michelle Williams, Kyle Chandler
137 dakika, 13+

Duygusal bir arayış hikayesi

Oscar adayı filmlerinin ardı ardına seyirci karşısına çıktığı bu zamanlarda sık rastlanan bir klişedir, ortalığa bir sürü gerçek hikayeden uyarlanan film çıkar. Seçilmiş gerçek hikayeler 'gerçekten' de güzel olduğu için bu filmler hatalarını duygusallıkları ya da inanılmazlıkları sayesinde kapatabilirler. Ama sinema enteresan bir sanattır. Filmin başına istediğiniz kadar 'bu gerçek bir hikaye' diye yazın, siz inandırıcı anlatamazsanız, bu 'gerçek hikaye' inandırıcı bir senaryoyla buluşmadıkça ortada bir sorun var demektir.

Bu hafta vizyona giren ve 6 dalda Oscar adayı olan “Lion” çok duygusal ve içinizi cızlatan sahneler barındırsa da gerçek hikayesinden perdeye taşınırken inandırıcılık sorunlarının oluşmasına izin verilmiş bir film.

lion_2

Hindistan'da çok fakirlik çeken bir ailenin küçük çocuğu Saroo abisine yardım etmek için bir gece tren istasyonuna kadar ona eşlik ediyor. Ancak küçük Saroo o gece bir dizi yanlışlık eseri kendisini evinden çok uzağa giden bir trenin içinde buluyor. Saroo sokaklarda çok zor zamanlar ve tehlikelerden geçtikten sonra bir şekilde Avustralyalı bir çiftin yanına evlatlık olarak veriliyor. Kaderi tümüyle değişmiştir. Sonra birden hikaye 20 yıl sonrasına atlar. Saroo bir anda gerçek annesini araştırmaya karar verir. Bunun için de en çok internetten ve Google’dan faydalanır.

Saroo’nun küçüklüğünde yaşadıklarını anlatan ilk bölüm çok sağlam başlayıp ilerlese de, bir anda 20 yıl atlaması seyirciyi bir parça koparmıyor değil. Sorunlar da buradan itibaren başlıyor zaten. Hikaye öyle bir savruluyor ki sonunda elimizde sadece 'iyi ki google varmış' cümlesi kalıyor. Saroo'nun o 20 yıl boyunca Avustralyalı aileyle kurduğu ilişki hakkında pek bir şey bilmiyoruz. 20 yıl boyunca annesini hiç merak etmemiş de ‘google earth’ gibi bir teknolojinin gelmesini mi beklemiş? Saroo eski evinin sokağını bulana kadar, imkanları olmasına rağmen neden hep uzaktan google kullanarak arama yapıyor da araştırmasının bir noktasından sonra Hindistan'a gerçekten gidip de yerinde araştırmıyor? Avustralyalı ailenin aldığı diğer Hintli çocuk neden o kadar sorunlu, neden iyileşemiyor ve filmde niçin o kadar yer tutuyor? Saroo'nun kız arkadaşıyla yaşadıklarının ana hikayeyle bağı neden bir türlü kurulamıyor? Bu haliyle yama gibi duruyor ve Saroo’nun kararlarında etkili de olamıyorsa neden izliyoruz aralarında olan bitenleri? Bunların hepsi gerçek hikayenin içinde vardır elbette ama mesele bu cevapları iyi bir senaryoda verebilmek, karakter ve yan hikayeleri birbirine aynı temanın içinde ustaca bağlayabilmek.
Bu arada Saroo’nun çocukluğunu oynayan Sunny Pawar sempatisiyle ve yeteneğiyle göz doldururken Oscar adayı Nicole Kidman da doğal bir performans gösteriyor. Saroo’nun büyüklüğünü oynayan Dev Patel ve kızarkadaşı rolünde izlediğimiz Rooney Mara ise senaryonun handikapları yüzünden zayıf kalıyorlar.
“Lion” yine de duygusal bir hikayeyi güzel görüntüler eşliğinde anlatmayı başarıyor ama senaryo zaafları, onları görebilenler için rahatsız edici boyutta...

2,5 yıldız
Lion
Yönetmen: Garth Davis
Oyuncular: Dev Patel, Nicole Kidman, Rooney Mara
118 dakika

Bir babadan kızına..

Bazen çok yoğun bir şekilde bir film herkes tarafından fazlasıyla övülür. Henüz izlemeyenlerin beklentileri zirve yapar. Sonra bazen, o filmi izlediğinizde ‘bu muymuş?’ dersiniz. Dünyanın en güzel filmi de olsa bu duyguyu yaşayabilmeniz yine de olasıdır.

En iyi yabancı film dalında Almanya’nın Oscar adayı olan “Toni Erdmann”, Türkiye’de vizyona çıkana kadar pek çok film festivalinde seyirciyle buluştu ve çok sevildi, çok bahsedildi. ‘Hayatımın filmi’ diyenler oldu onun için. Bazen böyle durumlarda asla doyurulamayacak büyük bir beklenti oluşur ister istemez. Tavsiyem, böyle filmleri elinizden geldiğince bu duyguya kapılmadan izlemeye başlamanız.

toni_erdmann_1

En başta “Toni Erdmann” çok güzel bir şey anlatıyor. Bugünün modern toplumlarının bireylerinin mustarip olduğu bir derde parmak basıyor aslında. Hayatının ışığını kaybetmiş bir iş kadınıyla tanıştırıyor bizi önce. Ines soluk bir apartman dairesinde, işine yoğunlaşmış, ciddi ve hayatın eğlencesini neredeyse tamamen yaşamından çıkarmış bir kadın. Nevi şahsına münhasır bir kişilik olan babası Winfried’in bir anda onu ziyaret etmeye karar vermesiyle Ines’in bu fazla düzgün, renksiz hayatı altüst olur. Hiç anlaşamazlar ve Winfried kendi evine geri döner. Ancak Ines’i bir sürpriz beklemektedir. Gittiğini düşündüğü babası garip bir perukla Toni Erdmann adlı biri olarak geri dönmüştür ve çok tuhaf hareketlerde bulunarak Ines’in hayatında komik farklılıklar yaratmaya başlar.

Sizin de hedeflerinize ve hızla akıp giden zamana fazla kapılıp da hayattan zevk almayı unuttuğunuzu düşündüğünüz oldu mu hiç? Toni Erdmann sadece kızını değil, bize de her şeyi çok fazla ciddiye almamamız gerektiği konusunda iyi bir ders veriyor yaptıklarıyla. Filmde Hollywood filmlerinden alışık olmadığımız, temkinli, kimi zaman cimri ama bazen de kafası kırık bir mizah anlayışı var. Yine de yönetmen Maren Ade’nin ana kahramanlarını tanıtırken ve onların rutinlerini anlatırken tökezlediğini düşündüm. Nitekim filmin ilk bir saatinde seyirciyi biraz zorluyor ve meseleyi biraz fazla uzatıyor yönetmen. Ama sonrasında çok zevkli bir hal alıyor film. Özellikle Ines’in ev partisi sahnesinde zirveye ulaşıyor. Baba-kızın Whitney Houstan şarkısı söyledikleri sahneyi de çok beğendiğimi söylemeliyim... Bu arada Ines’i canlandıran Sandra Hüller’ın da unutulmaz bir performans gösterdiğini unutmamak lazım. Önümüzdeki aylarda Hollywood tarafından da bir ‘yeniden çevrimi’ yapılacakmış. Bakalım Alman orijinalinden ne farklar barındıracak?

3,5 yıldız
Toni Erdmann
Yönetmen: Maren Ade
Oyuncular: Sandra Hüller, Peter Simonischek, Michael Wittenborn
162 dakika, 15+