Sevgili okurlarım, insanoğlu doğar, büyür, yetenekleri, nitelikleri ve özellikle şansı yaver giderse en yüksek makamlara kadar gelir.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, büyük patron, yüksek bürokrat, her şey olur.
O büyüdükçe çevresindeki kuşatma da giderek artar.
Kuşatmanın içinde yağcılar, yalakalar, fırsatçılar ilk sırayı alır.
Durum özellikle Türkiye’de böyledir.
Bazıları onun siyasi gücünden ve forsundan, bazıları ise para gücünden yararlanmayı umar.
Ricacılar her gün kapısını aşındırır.

* * *

Rahmetli dedem, annemin babası hukukçu Refik Şevket İnce yılların siyasetçisi idi.
1920 yılında ilk Meclis’te milletvekili, sonra aynı dönemde Atatürk’ün Adliye Vekili (Adalet Bakanı) ve sonrasında uzun yıllar CHP milletvekili...
1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldi...
Ve dedem ilk Menderes hükümetinde Milli Savunma Bakanı oldu.

* * *

Ben o zaman sekiz yaşında bir çocuğum... Ankara’da dedemin elini öpüp saygılarını sunmak için evimize gelen bazı hanımları ve beyleri o çocuk kafamla bile epeyce tanıma fırsatım oldu.
Kimyager bir hanım vardı, onu dedem okutmuştu.
“Refik amcacığım” diye sık sık gelir, elini öper, halini hatırını sorardı.
Bir kamu kurumunda çalışıyordu.
Arada o kadar yakınlaşma olmuştu ki, bizim aile bireyleri ona “Mediha abla” derdi.

* * *

Bir başka genç adam vardı, dedem onu da okutmuştu. O sırada üniversiteyi bitirip, akademik kariyere başlamıştı.
İsmini değiştirip Ahmet Bey diyelim.
Bir süre sonra dedem vefat etti...
Dedemin ellerinden tutup okuttuğu, iş bulduğu, üniversite bitirmelerini sağladığı bu iki kişi, aynı kentte oturduğumuz halde evimize başsağlığı dilemek için gelmediler.
Üniversite öğretim üyesi olan Ahmet Bey sonraki yıllarda büyük başarılara imza attı, kendi alanındaki seçkin bilim adamlarından biri oldu.
Üniversitede yıllarca Profesör Dr. unvanı ile görev yaptı.

* * *

Aradan yıllar geçti. Ahmet amcanın çocuğu günün birinde AKP’den milletvekili seçildi.
Bir gün kendisiyle bir yerde karşılaştık...
Yanına gidip kendimi tanıttım...
“Ben küçücük çocuktum, rahmetli babanızı tanımıştım. Biz onu severdik, o da bizi severdi... Dedemin evine her geldiğinde konuşurduk. Okumasında dedemin epeyce katkısı olmuştu...!”
Belki kendisinden bir istekte bulunacağımı zannetmişti!
Hiç yüz vermedi... Sanırım kızdı...
Ve belki inanmayacaksınız ama yanımdan hemen uzaklaştı.
Ben de kendime çok kızdım...
Ne işim vardı onun yanında, kendimi niye tanıtmıştım ona!..

* * *

Benzer olayı rahmetli babamın vefatı sonrasında yaşamıştık. O zaman daha bilinçli idim.
Babam 1960-1974 arasında 14 yıl boyunca Meteoroloji Genel Müdürü olarak görev yapmıştı.
Meteoroloji o zaman yatırımcı bir genel müdürlük idi...
Babam vefat etti, en yakın çevresinden bazıları, makam şoförü dahil gelip bir başsağlığı dilemediler.
İkbal döneminde en yakınında yer alanlar artık ortalıktan kaybolmuştu!

* * *

Bunları niçin yazdığıma gelince...
Dün Abdullah Gül’ün medyada yer alan fotoğraflarını gördüm.
İstanbul’da Beşiktaş-Galatasaray maçını izlemeye gitmiş.
Onu bir locaya oturtmuşlar...
Maça gelen başbakan, bakanlar, milletvekilleri, kulüp başkanları, hemen hiç kimse yanında değil.
Oracıkta tek başına oturuyor...
O fotoğrafları görünce geçmişte yaşadığım olayları anımsadım!

* * *

Maça birkaç yıl önceki cumhurbaşkanı kimliği ile gelseydi hoparlörlerden anons edilir, herkes ayakta karşılar, herkes yanında oturmak için sıraya girerdi.
Şimdi tek başına idi!..
Çevresi boşalmıştı.
Türkiye’de bir yere gelmiş herkesin başına gelen olayı şimdi Abdullah Bey yaşıyordu.
Sadece o değil, herkes!..

* * *

Yağcılar, yalakalar, iş bitiriciler vesaire, makamdan düştüğünüz anda sizi terk edip uzaklaşırlar.
Çevreniz ister istemez boşalır.
Yanınızda sadece gerçek dostlarınız kalır.
O maçta Abdullah Gül’ün yalnızlığını görünce onun adına insan olarak üzüldüm.
Bugün kendisini dev aynasında görenlerin başına da aynı şey gelecek.