Alarm çaldığında saat sabahın altısıydı. Hüseyin alarmı kapatıp ranzanın üst katından indi. İnerken, alt katta yatan Cemal’i ayağıyla dürterek uyandırdı. Cemal ile çocukluktan beri arkadaştılar. Aynı köydendiler. İlkokul üçüncü sınıfa kadar birlikte okumuşlar, sonra Hüseyin okulu bırakmış, Cemal dördüncü sınıfa kadar devam etmişti. Cemal’in arada bir kendisine cahil muamelesi yapması bundandı.
Ranzadan inip ayağı yere değer değmez, bugünün öbür günlerden çok farklı olduğunu hatırlayıverdi. Hiç bitmeyecekmiş, ömür boyu sürecekmiş gibi gelen on iki saatlik işgünlerinin ve uykusuz gecelerin sonuna gelmişlerdi işte... On beş aydır bu şantiyede çalışıyorlardı. İş bulma umuduyla köyden çıkalı bir buçuk yıl olmuştu. İlk üç ay İstanbul’da günübirlik işlerle idare etmişlerdi. Sonra şansları yaver gitmiş, bu inşaatta işe başlamışlardı. Yaşları 16 olduğu için, başlarda şantiye şefi biraz tereddüt etmiş, sonuçta sigortasız ve düşük ücretle çalışacak olmaları işine gelmişti. Toplam sekiz çocuk işçi vardı şantiyede... Zaten altmış işçiden sadece yirmi altısı sigortalıydı. Geri kalanlar kaçak ve sigortasız çalışmayı kabul etmişlerdi. Çocuk olmak yeterince zordu, kaçak çocuk işçi olmak daha da zordu. Ama bunların hiçbiri, köyde bıraktığı Berfin’in hasretinden daha zor gelmiyordu Hüseyin’e.
Ter kokan yatakhaneden çıkıp, yemekhanede ılık çorbalarını hızlıca içtikten sonra, on beş aydır her sabah yaptıkları gibi inşaata yürümek yerine, birikmiş aylıklarını almak için muhasebenin önünde kuyruğa girdiler. Uzun, bitkin, mutsuz, perişan bir kuyruktu. Ellerine geçecek parayla yeniden İstanbul’a dönüp, başka bir iş arayacaklardı.
Hüseyin’in Berfin’e olan sevdası da kaçaktı; çocuktu, güvencesizdi. Köyden çıktığından bu yana iki gizli mektup yazmıştı Berfin’e... Aslında mektupları doğrudan Berfin’e yazamadığı için, kendi kız kardeşi Zeliha’ya göndermişti. “Zeliha akıllı kızdır, nasıl olsa Berfin’i haberdar eder” diye düşünmüştü. Mektupların hiçbir yerinde Berfin’in adı geçmiyordu ama, Zeliha herhalde durumu anlayıp, abisinin hasretini Berfin’e iletirdi. Ancak, mektuplarda hasret lafı da geçmiyordu. Durumdan kimse şüphelenmesin diye hep üstü kapalı yazmıştı... Bir tek, her mektubun sonuna eklediği “kara gözlere selam olsun” cümlesine güveniyordu. Gerçi bütün köy kara gözlüydü ama, yine de hiçbiri Berfin’in gözlerinin karası gibi değildi.
Aslında, mektupları Cemal’e yazdırmıştı. Cemal okumuş adamdı ne de olsa... İki mektuba da cevap gelmeyince, okul okumamışlığına daha da hayıflanmıştı.
Uzun, sessiz, mutsuz kuyruğun ön taraflarında bir kaynaşma olunca, daldığı karanlık düşüncelerden sıyrıldı. Cemal’le göz göze geldi. Kaynaşmaya neden olan fısıltı kulaktan kulağa değişip çarpıtılarak, kuyruğun ucuna ulaşıvermişti. Muhasebeci ortalarda yokmuş! Şimdi ne olacağı konusunda herkesin bir fikri, bir yorumu vardı. On beş aydır gıkını çıkartmadan gece gündüz köle gibi çalışanlar, bir anda isyanın eşiğine gelmiş gibi, öfkeyle homurdanıyorlardı. Bu bekleyiş adeta aylardan uzundu... Sonra yine gergin bir sessizlik çöktü.
Cemal mektupların üstüne kendi adreslerini yazmayı unutmuştu! Daha kötüsü, zarfların üstüne köyün açık adresini yazmayı da unutmuştu! Köyden bir türlü gelmeyen cevaplar Hüseyin’in uykularının kaçmasına sebep oluyordu. Her gün on iki saat köle gibi çalışmasına rağmen, geceleri uyku tutmuyordu. Ranzada uzandığı yerin tavanına tükenmez kalemle “Berfin” yazmıştı. Gece karanlıkta bile görebiliyordu yazıyı... İnşaatta sıva yaparken de, malanın kenarıyla “Berfin” yazıp tekrar sıvıyordu. Cemal ifrit oluyordu Hüseyin’in bu hallerine... Teskin etmeye, moral vermeye çalışmış, olmayınca küfretmiş, hatta bir de tekme atmıştı. Ama, Hüseyin bana mısın demeden dalıp gidiyordu hülyalara.
Köydeyken Berfin’le gizli buluşmalarında konuştukları geliyordu aklına... O da beşinci sınıfa kadar okuyabilmişti. Sonrasını okumak kız işi olmadığından alınmıştı okuldan... Ne de olsa evlenme çağı yaklaşıyordu. Muş’un küçücük bir köyünde çocuk olmak zordu. Kız çocuğu olmak daha zor, çocuk gelin olmak daha da zordu. Asi bir çiçekti Berfin... Hiçbir zorluğa boyun eğeceği yoktu. Evlendirilmeyi asla kabul etmemiş, ortalığı birbirine katmıştı. O da Hüseyin’e gizliden sevdalıydı. Ama onun gözü daha yükseklerdeydi. Çok yükseklerde... Hüseyin’e çıtlatmıştı bunu azıcık, gitmekten bahsetmişti. Aşkının bunca yakıcı, böyle vazgeçilmez, ama bir o kadar da umutsuz olması boşuna değildi, Hüseyin bu sırrı Cemal’le bile paylaşmamıştı.
Ustabaşı şantiye ofisinden çıkıp yanlarına doğru yürüyünce, kuyruk canlandı. Kulak kesildiler. Adam hiç sesini yükseltmeden “içerde birikmiş maaşlarınızı İstanbul’daki şirket merkezinden alacaksınız” deyince, önce sessizlik oldu, sonra homurdanmalar başladı. Ustabaşı dönüp gidecekken, durup “servis on dakka sonra kalkacak, bir sıkıntı var mı?” deyince, sesler kesildi. İşçiler boyunlarını büküp, kendilerini şehre götürecek eski püskü işçi servisine doğru ağır ağır yürüdüler. Hüseyin’in içine ağır bir huzursuzluk, derin bir keder çökmüştü.
Bu dünyada Berfin’i Hüseyin kadar kederle, yakıcı hasretle düşünen bir kişi daha varsa, o da Berfin’in annesiydi. Hüseyin köyden ayrıldıktan iki hafta sonra, Berfin de ortadan kaybolmuştu. “Kirpiğin üzerine düşmesin kızım” demişti giderken arkasından... O günden beridir her sabah namazda gözünü yükseklere dikip, nazlı kızına, Berfinine dualar ediyordu.
İşçi minibüsü çamurların içinde ağır ağır hareket ederken, Hüseyin başını çevirip arka pencereden son bir kez baktı bitirdikleri binaya... Kapısının tam üstüne kocaman bir tabela asılmıştı. “Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi” yazıyordu. Cemal de dönmüş, aynı yere bakıyordu. Bir an göz göze geldiler. İkisi de suçüstü yakalanmış gibi, adeta utançla, gözlerini kaçırıp başlarını çevirdiler.
Eski püskü işçi servisi çamurlu araziden otoyola bağlanan yola çıkınca, taşıdığı sigortalı, kaçak, yaşlı, çocuk işçilerini kucaklayıp, hüzünlü bir geçmişten belirsiz bir geleceğe doğru hızlandı.
Hüseyin, içinden kara gözlere selam söylüyordu. Cemal, içinden Hüseyin’e ve tabelaya sövüyordu.

*

Nedir bu derseniz?

*

Selahattin Demirtaş’ın kaleme aldığı bir öykü...
“Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi”nde yazdığı öykü.

*

Muhtemelen ilk kez duydunuz. Çünkü, sayın basınımız ambargo uyguluyor. Siyasi görüşlerinden vazgeçtik, edebiyata dair satırlarını bile duyurmuyor, bahsetmiyor, karartıyor, yok sayıyor.

*

İktidar açılım açıyor diye, Selahattin Demirtaş’ı ölçüsüz orantısız şekilde parlatmak, pohpohlamak ne kadar ahlaksızlıksa, cezaevindeki bir insanın sesine kulak tıkamak da, o kadar vicdansızlıktır.

*

Sayın basınımız puşt tarlasıdır...
Talimatla parlatan da, talimatla yok sayan da, aynı puşttur.

*

Ve bütün mesele...
Cemal’le Hüseyin’in 16 Nisan’da gözlerini kaçırıp kaçırmayacağıdır.