Merkez Bankası’nın faiz politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de icraat kapasitesi ve entelektüel birikim açısından en donanımlı kurumların başında Merkez Bankası geliyor. 2001 sonrasındaki dönemde çok başarılı bir değişim yaşayıp enflasyonun tek haneye inmesinde başrolü oynayan bir kurumdan bahsediyoruz. Bu kazanımları gördükten sonra son senelere baktığınızda Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı hedefinden giderek uzaklaştığını görmek üzüntü verici. Her sene yüzde 5, yüzde 6 gibi bir enflasyon hedefliyorsunuz ve neredeyse bunun iki katı bir enflasyonla seneyi kapatıyorsunuz.

MERKEZ BANKASI YALNIZ BIRAKILIYOR


Bunun yanında Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelede yalnız bırakıldığını da söylememiz gerekiyor. Oysa enflasyonla mücadelede başarı sağlamanız için iki önkoşula ihtiyaç var: ilk olarak enflasyonun yüksek olduğunu başta siyasetçiler olmak üzere ülkedeki iktisadi birimlerin kabul etmesi gerekiyor. Enflasyonun yüksek olduğunu söyleyen ama yüksek olduğunu düşünmeyen geniş bir kesim var. İkinci olarak da merkez bankasına yardımcı olacak bir toplumsal mutabakatın sağlanması gerekiyor. Bu konuda da bir eksiklik görüyorum.

SİYASİ BASKININ BURADA ÖNEMLİ BİR ROLÜ VAR


Bu girişi yaptıktan sonra Merkez Bankası’nın faiz politikasına bakabiliriz. Son açıklanan enflasyon oranları bize kötüleşen beklentileri ve enflasyondaki ataleti bir kez daha açıkça gösterdi. TCMB’nin önceliği bu kötüleşen beklentileri düzeltecek ve ataleti kıracak iradeyi aynı cümleleri tekrarlayarak değil alacağı para politikası kararlarıyla göstermek olmalı. Ne var ki alınan faiz kararlarında bunun işaretlerini göremiyoruz. Siyasi baskının burada önemli bir rolü var tabii ki.

ENFLASYONU YÜKSELTEN İKİ ANA ETKEN...


Beklentilerde bir kötüleşme olduğu için daha sıkı bir para politikasını savunmakla beraber enflasyonu yükselten ana faktörün faizlerin dizginleyeceği talep yönlü faktörler olmadığını eklemek gerekir. Enflasyonu yükselten iki ana etken kur hareketleri ve gıda fiyatları. Gıda fiyatlarına Merkez Bankası’nın yapabileceği çok fazla bir şey yok. Gıda fiyatları çok daha geniş bir çerçevede fazla geç olmadan ele alınmalı.

MERKEZ BANKASI'NIN AÇMAZI VAR


Öte yandan döviz kuruna TL aleyhinde gelen şokların enflasyon üzerinde çok önemli bir etkisi var. Mevcut üretim yapısının giderek daha fazla ithal girdi kullanmaya dayanması üretim maliyetlerini, dolayısıyla da enflasyonu, kur hareketlerine çok kırılgan hale getiriyor. Burada maalesef Merkez Bankası’nın politika alanını kısıtlayan bir sarmal söz konusu. Merkez Bankası para politikasını sıkılaştırıp TL’yi değerli hale getirdiğinde artan ithal girdi kullanımı beraberinde yükselen cari açık ve kırılgan bir makroekonomik yapı getiriyor. Yani burada Merkez Bankası’nın açmazı var. Aslında bu Türkiye ekonomisinin büyüme modelinin de bir açmazı. Bir yandan beklentileri yönetmek ve ataleti kırmak için daha sıkı bir para politikası duruşu gerekirken diğer yandan bu politikanın değerli TL ve cari açık üzerinden önemli bir risk unsuru taşıdığını da görmek gerekiyor. Bu da bize sadece Merkez Bankası’na bel bağlayan bir anlayış yerine, koordineli bir politika bileşiminin benimsenmesi gerektiğini gösteriyor.

ARTAN VERGİLER ENFLASYON ÜZERİNDE OLUMSUZ BİR ETKİ YARATIYOR


Bu koordineli politika bileşiminin önemini enflasyonu arttıran kamu fiyatları ve vergilerde de görüyoruz. Artan vergiler, alkol ve tütüne yapılan zamlar enflasyon üzerinde önemli ve olumsuz bir etki yapıyor. Merkez Bankası’nın enflasyon hedefinin yüzde 5, beklentisinin yüzde 9 civarında olduğu bir ortamda kamuda yeniden değerleme oranının yüzde 14,5 civarı yaparsanız enflasyonla mücadeleye yardımcı olmazsınız.

ENFLASYONU DÜŞÜRMEK TOPLUMSAL BİR MUTABAKAT İŞİ


İşi özetlemek gerekirse enflasyonla mücadelede Merkez Bankasının yeteri kadar kararlı bir duruş sergilemediğini düşünsem de kendisine çok fazla yardım edilmediğini de eklemem gerekiyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki enflasyonu düşürmek toplumsal bir mutabakat işi. 2001 sonrasındaki dönemde enflasyonun yapısal reformlar çerçevesinde geniş tabanlı bir uzlaşı sağlanarak aynı iktidar tarafından başarıyla düşürüldüğünü hatırlayalım. Enflasyonun düşürülmesinden mali disiplinin sağlanmasına kadar önemli bir başarı hikâyesi vardı. Bunun tekrar sergilenmesi için sadece Merkez Bankası’na değil ekonomideki bütün birimlere ve özellikle de hükümete önemli görevler düşüyor. Merkez Bankası işin önemli bir parçası ama tek başına enflasyonu düşürebilecek politika enstrümanlarına sahip değil.

-Sizce Türkiye’nin büyüme rakamları sağlıklı mı?

Son açıklanan rakamlar ve 2017 yılını yüzde 7 civarında bir büyüme oranıyla kapatacak olmamız sevindirici. Uzunca bir süredir yukarı doğru bir ivme görmediğimiz makine ve teçhizat yatırımlarının arttığını görmek de olumlu. Buna rağmen bu büyümenin sağlıklı ya da sürdürülebilir olduğunu söylemek çok mümkün değil. Dünyada Türkiye büyüklüğünde sürdürülebilir, yüksek büyüme sağlayan ülkelerin hiçbir tanesinin devamlı cari açık verdiğini göremezsiniz. Her sene bu kadar yüksek cari açık veren bir ekonominin siyasetin moda deyişiyle “yerli ve milli” olduğunu ise hiç söyleyemezsiniz. Ödemeler dengesi rakamlarına baktığınızda da yüksek büyümenin maliyetinin yüksek bir cari açık, artan dış finansman ihtiyacı ve kırılganlaşan bir makroekonomik yapı olduğunu görüyorsunuz. Tabloya yatırım-tasarruf dengesinden baktığınızda da Türkiye’de istenen yatırımları finanse edecek tasarrufların bir türlü sağlanamadığı bir yapıyla karşılaşıyorsunuz.

BÜYÜME SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR YAPIDA DEĞİL


Bütün bunlar Türkiye’de büyümenin sürdürülebilir bir yapıda olmadığına dair çok somut veriler. Bu açıdan, Türkiye’nin yeni bir büyüme hikayesini ve ona eşlik edecek yapısal reformları hayata geçirmesi gerekiyor. Bu hikayenin başrolünde de mevcut durumda ara malı ve yatırım malı ithalatını bile karşılayamayan ihracatın olması lazım. Bu çok kolay değil. Hala ihracat yaptığımız önemli sektörlerde ciddi anlamda bir ithal girdi kullanımımız var. Ürünlerine ucuz ve kalitesiz diye burun kıvırdığımız Çin’in toplam ihracatı içinde yüksek teknolojili malların oranı üçte bire yaklaşmışken bizde bu oran sadece yüzde 5.

NÜFUS DOĞRU YÖNETİLİRSE ÖNEMLİ BİR İTİCİ GÜÇ


Büyüme konusuna bir de kişi başı milli gelir ve sağlanan istihdam açısından yaklaşmakta fayda var. Türkiye’nin ciddi anlamda büyüyen, iş gücüne katılan bir nüfusu var. Bu, doğru yönetilirse önemli bir itici güç. Oysa Türkiye’nin yukarıda özetlediğim mevcut büyüme hikayesi alttan çığ gibi gelen genç nüfusa yeterli istihdamı sağlayamıyor. Burada hükümetin çözmesi gereken birkaç tane problem var. Bunlardan birincisi tabii ki kadın işgücü. Üzücü bir istatistik vereyim. Türkiye’de 15-24 yaş arası kadınların üçte birinden fazlası ne bir eğitim kurumuna devam ediyor ne de çalışıyor. Bizim eşitlikçi, kapsayıcı ve kalkınma dostu bir büyümeyi sağlamamız için kadınların daha fazla üretebileceği bir yapıya kavuşmamız lazım. İkincisi ise beceri uyumsuzluğu dediğimiz kavram. Türkiye’de eğitim kurumlarının iş dünyasının aradığı nitelikte eleman yetiştiremediğini biliyoruz. Bu problemin iş modellerinin hızla değiştiği önümüzdeki dönemde daha da fazla hissedileceği kesin. Oysa hükümetin de çoğu zaman itiraf ettiği gibi Türkiye’de eğitim politikası ne iş dünyasının ihtiyacı olan nitelikli elemanları sağlayabilecek ne de bizim çocuklarımızı birer dünya vatandaşı yapabilecek durumda. Bana soracak olursanız son 15-16 yılın en büyük hayal kırıklığını eğitimde yaşadık. Yanlış adım atma lüksünüzün olmadığı bir alanda keyfiyetin hüküm sürdüğü bir anlayışla çok yanlış adımlar atıldı.

-Varlık Fonu’nun çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye Varlık Fonu kurgu açısından dünyadaki diğer varlık fonlarının önemli bir kısmından daha farklı durumda. Dünyadaki örnekleri incelediğinizde çoğunlukla bütçe fazlası ya da dış ticaret fazlası veren ülkelerde bu fazlanın bir kısmının aktarıldığı ve burada oluşan kaynağın çoğunlukla ekonominin yapısal dönüşümü için kullanıldığı bir yapı görüyorsunuz.  Bu açıdan baktığınızda bizim varlık fonu dünyadaki örneklerinden daha farklı bir yapıda çünkü Türkiye’de ne bütçe fazlası ne dış ticaret fazlası ne de emtia fiyatlarındaki bir artıştan dolayı sağlanacak ek bir gelir var. Türkiye’de varlık fonunun varlık tarafını oluşturanlar çoğunlukla kamu iktisadi teşekkülleri. İlk önce bunu görmek gerekiyor.

GELDİĞİMİZ NOKTA HAYAL KIRIKLIĞI


Ben Türkiye Varlık Fonu’nun Türkiye için stratejik öneme sahip kilit sektörlerde rehabilitasyon amaçlı kullanılması durumunda çok önemli bir açığı kapatacağını düşünüyordum. Hala da düşünmek istiyorum. Ne var ki son bir senede Türkiye Varlık Fonu ile ilgili alınan kararları ve fonun işleyişindeki belirsizliği görünce önemli bir fırsatı kaçırdığımızı ve artan risklerle karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Geldiğimiz nokta hayal kırıklığı oldu. Peki buradan bu durum geri çevrilebilir mi? Evet çevrilebilir ve Türkiye’nin uygulayacağı yapısal reform sürecinde kaynak sağlayacak önemli bir itici güç olabilir. Ama mevcut yapısı üzerindeki soru işaretlerine baktığınız zaman bunu şimdiden söylemek zor.

-Kredi Garanti Fonu amacına ulaştı mı?

Kredi Garanti Fonu (KGF) bana göre doğru zamanda doğru yönde atılmış bir adımdı. Küçük ve orta ölçekli işletmeler başta olmak üzere özel sektörün içinden geçtiği sıkıntılı süreçte önemli bir işlevi yerine getirdi. Bunun yanında KGF’den özel sektörün yapısal problemlerine çare olmasını bekleyemezsiniz çünkü KGF bu yapısal problemlere çözüm üretecek şekilde tasarlanmadı. Tasarlanmak zorunda da değil zaten. O anda bir dar boğaz vardı, ciddi iflaslar söz konusuydu ve doğru bir adım atılarak KGF devreye sokuldu.

ÖZEL SEKTÖRÜN ÇÖZMESİ GEREKEN CİDDİ YAPISAL PROBLEMLER VAR


Bununla beraber hepimiz biliyoruz ki özel sektörün çözmesi gereken ciddi yapısal problemleri var. Bu problemleri çözmek KGF’nin boyunu fazlasıyla aşar. Türkiye’de özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin ciddi verimlilik problemleriyle boğuştuğunu ve bunun neticesinde de küresel ölçekte rekabet güçlerini koruyamadıklarını görüyoruz. Bu yapı düzelmezse kısa vadede çözüm bulduğunuz borçluluk problemi uzun dönemde daha da şiddetli bir şekilde karşınıza çıkar. Dolayısıyla bundan sonraki adımın Türkiye’nin yapısal reform iklimine kavuşması olduğu açık.  Mevcut siyasi ortamda bunun olma ihtimali ise en azından 2019 seçimlerine kadar zayıf.

-Şeker fabrikaları ile tekrar gündeme gelen özelleştirme hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Türkiye başta telekomünikasyon olmak üzere stratejik sektörlerde kötü bir özelleştirme süreci yaşadı. Ekonominin yapısal dönüşümü açısından kilit rol oynaması beklenen bu sektörlerde faaliyet gösteren şirketler özelleştirildikten sonra denetlenmedi. Geldiğimiz noktada, bırakın yapısal dönüşüm konusunda Türkiye’ye yardımcı olmayı, bankacılık sektörünü bile olumsuz etkileyebilecek bir tablo oluştu.

TEMEL HATALARDAN BİRİ...


Son günlerin gündem konusu şeker fabrikalarının özelleştirme konusuna da bu hatalı yaklaşımı görüyoruz. Temel hatalardan birinin önceliği toplumsal fayda sağlaması gereken ve Türkiye için stratejik öneme sahip kamu iktisadi teşekküllerine bakış açısı olduğunu düşünüyorum. KİT’leri toplum sağlığı ya da güvenliği gibi stratejik alanlarda önemli işlevler gören kuruluşlar yerine piyasa ekonomisinin işleyişi çerçevesinde herhangi bir büyük ölçekli işletme olarak ele alırsanız, bu işletmelerin sağladığı toplumsal faydayı da ihmal etmiş olursunuz.

-Kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu ‘yatırım yapılamaz’ seviyesinde tutuyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının bu tutumunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kredi derecelendirme kuruluşları için Türkiye uzun zamandır değeri iskonto edilen bir ekonomi durumunda. Burada siyasi ya da siyasi olmayan sebeplerden dolayı Türkiye’ye yaklaşımda haksızlık var. Bunu söylemekle beraber derecelendirme kuruluşlarının eleştirilerine de bakmak gerekiyor. Bazı kırılganlıkları ısrarla vurgulamakta haklılar. Özellikle yüksek büyüdüğümüz dönemlerde ortaya çıkan dış finansman ihtiyacı önemli bir risk unsuru. Gelişmekte olan ülkelere önemli miktarda sermaye girişinin düşük faizlerle gerçekleştiği geçen dönemlerde bu durum büyük bir problem yaratmadı. Ama şimdi küresel normalleşmenin başladığı ve faizlerin daha da artması beklenen yeni dönemde Türkiye’nin bu büyüme modeliyle problem yaşayacağı kesin.

TL'NİN DEĞER KAYBI VE ENFLASYON KONUSUNDA HAKLILAR


Derecelendirme kuruluşlarının ikinci vurgusu TL’nin değer kaybı ve enflasyonaydı. Burada da bir haklılık payı var. 90’lı yıllarda yüzde 100’ün üstünde bir enflasyonu tek haneli rakamlara indirmek ve mali disiplini sağlamak önemli bir başarı olsa da mevcut durumda gelişmekte olan ekonomiler arasında enflasyonu en yüksek ülke konumundayız. Bu yüksek enflasyon yatırım kararlarının ertelenmesinden, TL cinsinden sermaye piyasalarının derinleşememesine ve gelir dağılımına kadar birçok olumsuzluğu da beraberinde taşıyor.

ELEŞTİRİLERİ DİKKATE ALMAKTA FAYDA VAR


Kredi derecelendirme kuruluşlarının üçüncü uyarısı ise bürokrasinin icraat kapasitesindeki bozulma üzerine. Belki de en fazla katıldığım eleştiri bu. Türkiye’deki kurumların kalitesinde ve bürokrasinin icraat yapma yeteneğinde ciddi bir bozulma var. Özetle, her ne kadar kredi derecelendirme kuruluşları daha fazla ve derin problemleri olan ülkelere gösterdiği yaklaşımı Türkiye’ye göstermese de bu kuruluşların Türkiye’ye getirdiği eleştirileri dikkate almakta fayda var.

-2016 yılında Dünya Bankası’na Türkiye Bölgesel Yatırım İklimi Değerlendirme Projesi’nde görev alsınız. Bu süreçten bahseder misiniz?

Firma verileri kullanarak Türkiye’nin yatırım iklimini bölge, sektör ve ölçek bazında değerlendirdik. Türkiye’de küçük ölçekli şirketler ile büyük ölçekli şirketler arasında büyük verimlilik farkları var. Türkiye’deki büyük ölçekli işletmelerin bir kısmı küresel değer zincirine entegre olabilmiş, verimlilik artışlarını sağlayabilmiş, dünyada rekabetçi konuma gelebilmiş durumdayken küçük ve orta ölçekli işletmelerde çok ciddi verimlilik problemleriyle karşılaşıyoruz.  Oysa her sağlıklı ekonomide istihdam artışını sağlayan işletmeler küçük ve genç olanlar. Bu işletmelerin kısıtlı öz kaynaklarından dolayı ciddi anlamda finansmana erişim problemleri olduğu için biraz önce bahsettiğimiz KGF gibi yardımların olmadığı durumlarda bu şirketlerin sürdürülebilir bir büyüme yakalaması ya da hayatına devam etmesi çok zor.

BÖLGESEL FARKLAR CİDDİ ŞEKİLDE GÖZÜMÜZE ÇARPTI


Bunun dışında ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde bölgesel farklar çok ciddi bir şekilde gözümüze çarptı. Bölgeler arasındaki yatırım iklimini birbirine yaklaştıramamışız. Bunun için de bölgeler arasında yatırım çekme konusunda ciddi farklar görüyoruz. Bir başka önemli nokta da Türkiye’de kaynakların daha verimli sektörlere aktarılmasında gördüğümüz sıkıntılardı. Bu konu önemli çünkü başarılı Asya ülkeleri ile problemli Latin Amerika ülkelerini birbirinden ayıran önemli etkenlerden biri bu. Asya ülkeleri kaynakları daha verimli sektörlere aktarabilme başarısını gösterebilmişken Latin Amerika ülkelerinde bunu göremiyoruz. Türkiye bu açıdan daha çok Latin Amerika ülkelerini andırıyor.

BİZİ İSTEDİĞİMİZ YERE GÖTÜRMEZ


Son olarak, bütün bu problemlerin çözümlerini içeren bir reform paketinin uygulanabilirliğini sorarsanız bu konuda 2019 seçimlerine kadar herhangi bir gelişme beklemediğimi söyleyebilirim. Aynı KGF örneğinde olduğu gibi kısa dönemli çözümlerle yaralar sarılır ama daha fazlası olmaz. Her türlü destek ve teşvikle 2019’a kadar bu gemi yüzdürülür ama sonrası için bu mevcut anlayış ve politika yaklaşımı bizi istediğimiz yere götürmez.