Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’dan “Ekonomik krizin eşiğindeki Türkiye” ile ilgili çarpıcı açıklamalar: 1

Elekdağ, “Karşılaştığımız sorunların ve borç sarmalının temel nedeni AKP’nin 16 yıldır uyguladığı çürük ve hastalıklı ekonomik modeldir. Çıkış yolu, inandırıcı ve güven verici bir istikrar programından geçmektedir” dedi.

Sevgili okurlarım,

Cumhurbaşkanı Erdoğan döviz kurlarındaki artışı, “Türkiye’ye ekonomik savaş ilân eden Batı’nın” başvurduğu kötü niyetli operasyon olarak değerlendirdi. Piyasada derin sarsıntı ve korku yaratan bu olay, siyasi liderlerin de ülkemiz ekonomisi hakkındaki endişelerini bir kere daha açıklamalarına yol açtı. Bunlar arasında ciddi bir araştırmaya dayanması nedeniyle en güvenilir ve çarpıcı olanlardan birini, Devlet Planlama Teşkilatı eski müsteşarı ve CHP Milletvekili İlhan Kesici, 1 Haziran günü bu köşede yaptı.

Kesici çalışmasında, dolardaki patlamanın dış mihrakların işi olmayıp, AKP yönetiminin hatalı politikalarının sürüklediği dış borç batağından ve şiddetli döviz ihtiyacından kaynaklandığını ortaya koyuyordu. Ayrıca çok acil ve ciddi tedbirler alınıp piyasalara güven verilemediği takdirde, ekonomideki kötüye gidişin bir adım sonrasının maalesef “uçurum” olduğunu vurguluyordu. Kesici’nin açıklamaları, ekonomideki üzücü tablonun 24 Haziran seçimlerinin sonuçları üzerinde etkili olacak faktörlerin başında geldiğini de işaret ediyordu.

TL, DOLAR KARŞISINDA KAR GİBİ ERİYOR ÇÜNKÜ...

Tüm öngörüleri doğru çıkan bilge diplomat, emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ ile iki gün sürecek söyleşimizde, Türk ekonomisinin karşılaştığı vahim  sorunları ve darboğazdan çıkışın yollarını konuşacağız.

10dundar

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Sayın Elekdağ, söyleşimize TL’nin rekor düzeyde değer kaybetmesinin nedenlerini sorarak başlıyorum.

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): TL’nin dolar karşısında kar gibi erimesinin iç ve dış etkenlerden kaynaklanan iki temel nedeni var. İç etkenlerin önde geleni, Türkiye’nin beklenilenin üstünde bir cari açıkla karşılaşmış olması. Cari açık, bir ülkenin ithal ettiği mal ve hizmetlerin, ihraç ettiği mal ve hizmetlere ödediği miktarı aşmasıdır. Bu açığın büyüklüğü ölçüsünde de dış finansman ihtiyacı doğar. Cari açığın büyüklüğü “gayrisafi yurtiçi hasıla” (GSYH) içindeki payıyla ölçülür. Genel yaklaşıma göre; cari açık/GSYH oranının yüzde 4.5 civarında olması, fazla risk taşımayan bir durum olarak kabul ediliyor. Goldman Sachs Yatırım Bankası kısa süre önce, Türkiye’nin 2017’de yüzde 5.5 olan cari açık/GSYH oranının 2018’de gerileyerek yüzde 5 civarında gerçekleşeceği yolunda bir öngörüde bulunmuştu. Ancak, şubat ayına ilişkin cari açık miktarının yukarıya doğru revizyonu gerekince, yıllık bazda 55.4 milyarlık bir açık ortaya çıktı ki bu da yüzde 6.5’lik bir cari açık/ GSYH oranına çıkıyor. Yani Türkiye’nin hatalı politikalar nedeniyle, sürdürülebilir nitelikte açık seviyesini tehlikeli biçimde aştığını gösteriyor. Burada karşımıza çıkan acil sorun şudur: 2018 yılında vadesi gelen yüksek meblağdaki dış borçlara söz konusu cari işlemler açığı da ilave edildiğinde ortaya çıkan toplam borç stoku ve açık miktarının nasıl çevrileceği ve bunu yaratan etkenlerin nasıl düzeltileceğidir.

SORUNLARIN NEDENİ BORÇ SARMALIDIR

(U.D.): Cumhurbaşkanı Erdoğan, ısrarla kurlardaki yükselişin “Batı”nın bir oyunu olduğunu söylüyor. Bunda hiç doğruluk payı yok mu?

(Ş.E.): Cumhurbaşkanının söylediklerinin mantıkla izahı mümkün değil!.. Cumhurbaşkanı özellikle ABD ve bazı Avrupa devletlerinin etkisiyle hareket ettiklerini öne sürdüğü Moody’s ve Fitch gibi derecelendirme kuruluşlarının Türk ekonomisi hakkındaki son derece olumsuz tespitlerine öfkeleniyor. Oysa, daha önceleri, Türk ekonomisi hakkında iyi not verdiklerinde bu kuruluşların yorumlarına AKP iktidarı tarafından değer veriliyor, isimleri ve analizleri gazete manşetlerinde yer alıyordu. Esasında bugün karşılaştığımız sorunların, yani ekonomimizdeki çöküntünün ve içinden çıkmakta zorlandığımız borç sarmalının temel nedeni, AKP’nin 16 yıllık icraatında cari açığı asgari düzeye indirmek amacıyla hiçbir önlem almamış olması ve çok sağlıksız bir ekonomik modeli uygulamış olmasından ileri geliyor. Bu model, belirli bir zümre yararına rant üretim ve paylaşımına öncelik vermesi nedeniyle inşaat sektörüne odaklanan, sıcak paraya dayanan, buna mukabil katma değer ve teknolojisi yüksek, döviz getirici sektörleri ihmal eden, gayet çürük ve hastalıklı bir modeldir. Oysa, bu 16 yılda yapılması gereken, Türkiye’nin geleneksel sektörlerdeki üretim yapısının, ileri teknolojinin yoğun olarak kullanıldığı bir sanayi yapısına dönüştürülmesiydi. Türk ekonomisinin Sayın Kesici’nin ifadesiyle “uçurumun kenarına gelmesi” bu ihmalden kaynaklanıyor.

(U.D.): Bu yıl ödememiz gereken dış borçlarla cari açığın toplamı ne kadar?

ÖDEYECEĞİMİZ DIŞ BORÇ ÇOK ÜRKÜTÜCÜ

(Ş.E.): Gayet ürkütücü bir meblağ!.. Merkez Bankası’nın (MB) kısa vadeli borç istatistiklerine göre 2018’de  vadesi gelen dış borç miktarı 181. 8 milyar dolar. Bu borcun 32.8 milyar doları kamuya, 148.4 milyar doları da özel sektöre ait. Vadesi gelen borçlara 55 milyar dolarlık cari açık da ilave edildiğinde, Türkiye’nin bu yıl toplam 236.8  milyar dolar dış borç ödemesi gerekiyor. Durumun daha iyi değerlendirilmesi için 2002’de 130 milyar dolar olan toplam dış borçlarımızın  2017 sonunda 453 milyar dolara sıçradığını ve bunun yüzde 70’inin özel sektöre ait olduğunu belirtmemiz gerekiyor.

Erdoğan, ekonomiyi IMF’nin kapısını çalmaya muhtaç etti


(U.D.): Peki Türkiye, talep ettiği finansmanı nasıl sağlayabilir?

(Ş.E.): Tabii arzu edilen, istikrar programımızın uluslararası finans kuruluşları tarafından tatminkâr bulunması ve gerekli finansmanın sağlanmasıdır. Çünkü bu takdirde program Türk hükümeti tarafından uygulanacaktır. Ancak, tatbikat her zaman bu yönde gelişmiyor. Zira söz konusu finans kuruluşları bu durumlarda, istikrar programı Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından onaylanmadan ve IMF ile bir “stand by” anlaşması (alınan borcun ödenmesi sürecince IMF denetiminin kabul edildiğine ilişkin anlaşma) yapılmadan, kesinlikle finansman sağlamayı kabul etmiyorlar. Bu durumda programın, IMF’nin “katı” koşullarına göre şekillendirilmesi ve ekonominin IMF’nin denetimi altına girmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu durumu 2001 krizinde yaşadık...

16 YILDA GELİNEN NOKTA...

(U.D.): Peki, Türkiye kendi istikrar programını uygulayamaz mı?

(Ş.E.): Ben ülkemizde hiçbir siyasi liderin ekonomimizi uluslararası sermayenin denetimi altına koymak isteyeceğini zannetmiyorum. Zira “borç alan, emir alır!..” Bu bakımdan, tabii ki istikrar programımızın kendimiz tarafından yapılması ve uygulanması seçeneğimiz var. Ancak, Türkiye’nin acil tedavi bekleyen tam anlamıyla sürdürülemez bir borç batağı krizi içinde bulunduğunu unutmayalım!.. Türkiye gibi yüksek riskli bir ülkenin durumunda çözüm geciktikçe risk algısı daha da artacak, bunun sonucunda da borcu çevirmek için alınacak yeni borcun faizi/maliyeti daha yükselecektir. Zaman geçtikçe, mali yükümlülüklerimiz kat be kat artacağı gibi, belirsizlik ve çözümsüzlük ortamı yurtiçinde olumsuz sosyal ve siyasal etkiler yaratabilir. Bu şartlarda Türkiye, IMF’ye başvurmayı gerçekçi bir yaklaşım olarak görmeye zorlanabilir. Özetlersek; Erdoğan, 2002’de devraldığı ve IMF denetimi altında kendini toparlayan Türk ekonomisini, 16 yıllık iktidarında enkaza çevirmiş ve yeniden IMF kapısını çalmaya muhtaç etmiştir.

TÜRKİYE, SENEGAL’DEN BİLE DAHA RİSKLİ ÜLKE


(U.D.): Peki Türkiye, bu ağır borç yükünün altından nasıl kalkacak?

(Ş.E.): Karşılaştığımız sorunun vahametini belirtebilmek için, çözümle ilgili görüşlerimi açıklamadan önce, üç önemli noktanın altını çizmek istiyorum: Bunlardan birincisi, “likidite krizi” ile “borç ödeyememe krizi” arasındaki farktır. Likidite krizi, esasında yeterli varlıkları olan bir devletin, yeterli likiditesi olmaması nedeniyle krize uğramasıdır. Borç ödeyememe krizi ise alacaklılarına ödeme yapabilme kapasitesini kaybetmiş olan devletin durumudur ki bu, maalesef Türkiye’nin bugün karşılaştığı sorunu yansıtıyor. Burada hemen belirtelim ki ikinci tip krizlerini tedavisi, birincilere nazaran çok daha zordur. Şimdi ikinci noktaya geliyorum. Bu da Türkiye’nin, dünyadaki mali ve siyasi kredibilitesinin dibe vurduğu ve piyasalarca en az gelişmiş ülke olan Senegal’den bile daha riskli bir ülke olarak görüldüğü bir dönemden geçtiğidir.

KEYFİ ALINAN KARARLAR...

Bu duruma düşmemizin nedeni, AKP iktidarının icraatları ve OHAL uygulaması dolayısıyla, Türkiye’nin, hukuk düzeninin ve teminatının yok olduğu ve mahkeme kararına dahi ihtiyaç duyulmadan idarenin keyfi kararları ile şahısların mallarının ve banka hesaplarının bloke edildiği bir ekonomiye dönüşmüş olmasıdır. Türkiye’nin bu manzarası, yabancı yatırımcıları  korkutan bir güvensizlik ortamı yaratmıştır. Derecelendirme kuruluşları Moody’s ile Fitch’in Türkiye’nin notunu “yatırım yapılmaz” düzeyine indirmiş olmaları da güvensizlik faktörünü güçlendirmiş ve yabancıların paralarını yurtdışına çıkarmaya başlamalarına yol açmıştır. Şimdi, üçüncü noktaya, yani dövizin tırmanmasına yol açan dış etkenlere geliyorum...

O SÖZLER GÜVEN SARSTI

U.D.):  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Londra’da yatırımcılara hitaben yaptığı konuşmayı mı kastediyorsunuz?..

(Ş.E.): Evet, bu olayın güven sarsıcı bir etkisi oldu!.. Cumhurbaşkanı Londra’ya, Türkiye’ye yatırım yapılmasını sağlamak için bankalar ve yatırım fonları temsilcilerine hitap etmek amaç ve niyetiyle gitti. Ancak yaptığı konuşmalarda, faiz artırımına kararlılıkla karşı çıkması ve faiz kavramı konusunda dünyaca kabul edilen teori ve pratiğe karşı tutum alması, muhataplarının gayet olumsuz tepkilerine neden oldu. Finans piyasalarında Türkiye’yi yönetenlere duyulan güvenden bir nebze  kaldıysa, o da bu açıklamalarla silindi. Uzun lafın kısası, İngiliz gazeteleri Cumhurbaşkanı’nın Londra ziyaretini tam bir fiyasko havasıyla yansıttı... Londra macerası yabancıların Türk varlıklarından çıkışını hızlandırdı ve dolar patlayarak 4.92 TL zirvesini buldu. Erdoğan’ın karşı çıkmasına rağmen Merkez Bankası faizleri artırmak zorunda kaldı. Bu olayın Türkiye’nin dünyadaki algısının daha da bozulmasına katkısı oldu. Tabii buna jeopolitik riskleri ve bu meyanda Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerinin gerilmesine neden olan süreçleri de ilave etmek gerekecek. Bence, Türkiye’nin belini bükecek en önemli dış etken ABD’nin 10 yıllık tahvil faizlerini yüzde 2.93’e çıkarma kararıdır. Bu karar, ülkemizden yabancı fon çıkışlarını hızlandıracak olması nedeniyle, Türkiye için durumu daha vahim hale getiren bir niteliğe sahip bulunuyor.

10elekdag

SAATLİ BOMBA ETKİSİ!


(U.D.): Şimdi Türkiye’nin bu devasa boyuttaki borcun altından hangi yol ve yöntemle çıkacağına gelelim...

SERMAYE KAÇABİLİR

(Ş.E.): Buraya kadar saydıklarım, TL’nin hızla değer kaybetmesine yol açan faktörlerdir. TL’nin hızla erimeyi sürdürmesi saatli bomba etkisine sahiptir. Bunun devamı halinde yabancı yatırımcının paniklemesi ve aniden Türkiye’den kaçması an meselesi haline gelir. Sayın Kesici de buna işaret ederek “Allah korusun an meselesi” diyor. Böyle bir konjonktürde, Türkiye’nin elini çabuk tutması ve ödenemez nitelikteki borcu çevirmek (refinance/roll over) için borçlanması gerekecek. Türkiye’nin bu amaçla piyasaya çıkabilmesi için, önce makro ekonomik dengeleri gözeten ve borç yükünü hafifletmeyi ve Türk ekonomisinin bir daha olağanüstü bir dış yardıma muhtaç kalmayacak bir ödemeler dengesine kavuşturmayı hedefleyen istikrar programı oluşturması gerekiyor. Söz konusu dengenin kurulması ve hedefin gerçekleştirilmesi ekonominin bir süre daralmasını ve toplumun değişik kesimlerinin ağır fedakârlıklara katlanmasını zorunlu kılacaktır.

Seçimler sonrasında Türkiye’yi yönetecek hükümetin, belirtmiş olduğum nitelikte, inandırıcı, güven verici bir istikrar programı oluşturarak uluslararası piyasadan borç yapılandırılması için finansman talebinde bulunması gerekecektir.

DEVAM EDECEK...

sozcu-banner-1