İstanbul Kandilli’de dünyaya geliyor. Beş çocuklu bir ailenin en büyük kızı. Ömür boyu hep “köy doktoru” olmayı düşlüyor. Öyle de güçlü bir tutku ki bu, “Tıp fakültesini kazanamazsam ölürüm” diye düşünüyor her gece...

* * *

Önceleri kocaman bir konakta varlık içinde yaşarken, babasının işleri bozuluyor ve konağın odalarını kiraya vererek zar zor geçinmeye başlıyorlar. Acayip yoksulluk çekiyor yani. Baskıcı babası ve katı denebilecek annesi, evin bahçesi dışında, mahalle çocuklarıyla oynamalarına bile izin vermiyor.
Belki de o kopukluk itiyor onu yıllar sonra Anadolu’nun o taşlı çamurlu yollarına. O topraklarda köylülere çare oluyor, kendisi de ilham buluyor.

* * *

Tıp okurken evleniyor. Büyük oğlu doğunca ilk ciddi hastalığını geçiriyor: Tüberküloz. İkinci oğlunda da ikinci tüberküloz!.. Hem de bu defa kemiklere yayılıyor.
Tam “sekiz ay” yüzüstü yatması gerekiyor. Evet upuzun sekiz ay!..
Onu bile şikayetle anlatmıyor. “Kayınvalidem çok iyi bir insandı, pişirdi, kotardı, besledi beni, o halde yatarken çocuklarımla da oynadım, ders kitaplarımı önüme açıp ders de çalıştım” diyor.
Kalktığında 25 kilo birden aldığını görüyor, ama çilesi bununla bitmiyor. İki kocaman yıl, demirden bir korse ile gezmesi gerekiyor! Demir korseli Türkân, tıp fakültesinin sınavlarını başarıyla verip mezun oluyor.

* * *

1958 yılı, hayatının dönüm noktası oluyor. Çünkü sıradan insanların hayatında büyük travma yaratabilecek bir şeye tanıklık ediyor.
Bir gün halk arasındaki adıyla Bakırköy Akıl Hastanesi’ni görmeye gidiyorlar. O zamanın Bakırköy’ü kabustan farksız!.. Akıl ve ruh hastaları, demir parmaklıkların arkasında çırılçıplak duruyorlar! Hastane demek ayıp aslında; bildiğiniz tımarhane!..

* * *

Neyse efendim, gencecik doktor adayları dehşet içinde bakarlarken, hastane rehberi “Gelin sizi cüzzamlıların pavyonuna götüreyim” diyor. Sonra da uyarıyor;
“Aman yaklaşmayın, sakın dokunmayın, uzak durun!..”
Şimdi düşünün, çok genç bir kadın, üstelik büyük oğluna hamile. Ve hayat tecrübesi sıfır!..
Bir tepeden bakıyorlar aşağı. Çukur bir alandaki üç barakadan paramparça giysiler içinde cüzzamlılar çıkıyor. Korku filmi gibi. Bir görevli yemeklerini onlara hiç değmeden bir bakraca boşaltıp gidiyor. Sanki hayvanat bahçesi!..
Öyle içine dokunuyor ki bu manzara, gencecik anne adayının, hiç unutamıyor. İsyan edip “Ne hakkımız var o insanlara böyle davranmaya? Bir doktor, bir hastaya dokunmadan nasıl şifa verebilir” diyor...

* * *

Kitaplar okuyor, araştırıyor. Öğreniyor ki bu hastalığın tedavisi var aslında. Öyle dokunarak da bulaşmıyor zannedildiği gibi!
Toplumun bir bireyi olarak “suçluluk” duyuyor. Tıpkı bizim bugünlerde farklı konularda duyduğumuz gibi!..
Ama şikayet etmiyor, boş tepkilerle vakit harcamıyor. Onlara çare olabilmek için uzmanlık dalı olarak “Deri ve Zührevi Hastalıklar”ı seçiyor.
“Yaraları iyi etmeyi seviyorum” diyor kitabın bir yerinde.
İçimden “Bu nasıl bir yaşam amacıdır ki, sadece fiziksel yaralara değil, toplumun en dokunulmayan yaralarına dokunup, onları da sarıp iyileştirmeyi yeğlesin” diyorum.

* * *

Asistanlığında tuttuğu gece nöbetleri sırasında hiçbir hastaya yardımcı olamadığını farkediyor. Çünkü tansiyon aleti bozuk, derece kırık, enjektör yok, sular akmıyor! Hastanın midesini vazodaki suyla yıkıyorlar mesela. Duyması bile korkunç değil mi?
Ama o pes etmiyor. Tutup yönetime şöyle bir dilekçe yazıyor:
“Bu şartlar altında hekimlik yapıp şifa veremem. Ya bunları tamamlayın ya da ben nöbet tutmayacağım!..”
Arkadaşları “Kızım sen deli misin, atarlar seni buradan” diye uyarıyorlar!
Ama ne oluyor biliyor musunuz? Bir hafta sonraki nöbeti geldiğinde bir bakıyor ki, üstünde adı yazılı bir dolap konulmuş odaya! İçinde istediği her şey var. Böylece ceza almadığı gibi, şifa dağıtabileceği ortamı da sağlamayı başarıyor.

* * *

Bu ülkede cüzzamlılara “eliyle” ilk dokunan, yaralarını ilk saran o. Hem sadece tıp boyutunda da bakmıyor soruna. Onları toplumun dışına iten zihniyetle de savaşıyor. Hayatın içine dahil etmeye çalışıyor cüzzam hastalarını. Sokaklarda dilenen cüzzamlıları birer birer toplayıp, iyileştirmeye çalışıyor. Anadolu’yu köy köy dolaşarak cüzzam taramaları yapıyor, halkı bilinçlendiriyor.
Zaman içinde Cüzzamla Savaş Derneği’ni kuruyor. O meşhur korku filmi dekorundan farksız pavyonları daha ulaşılır, daha yaşanır bir hale getiriyor.
Sonra en büyük hayalini gerçekleştiriyor; “Lepra Hastanesi...”
Yıl 1977...
Devletten yardım hak getire! Orada çalışacak gönüllü doktor ve hemşire bulmak bile başlı başına mesele!
O nedenle sağlık çalışanlarını bilgilendirip ikna etmek de kendisine düşüyor. Ama öyle şahane hekimler yetişiyor ki o hastanede, sonradan çok değerli isimler olarak tıp literatürüne geçiyor hepsi...

* * *

Sadece hastane de değil, sosyal bir merkez oluyor Lepra Hastanesi. Mesela cüzzamlıların ayakları deforme olduğundan, özel ayakkabı giymeleri gerekiyor. Bu amaçla hemen ayakkabı atölyesini kuruyor hastanenin içine. Atölyede çalışanlar kimler mi? Yine cüzzamlılar!.. Okuma yazma bilmeyen hastalara okuma yazma kursları açıyor, hastalara bahçıvanlık öğreterek bahçeyi düzenlettiriyor.

* * *

Ona göre parasızlık imkansızlık değil, bahanedir! Günün birinde Alman Konsolosluğu “Yardım edeceğim, fakat para veremem” deyince, “Tamam” diyor, “Dikiş makinesi bağışlayın bize!..”
Makineler gelince hastane çalışanları ve hastalardan bir ekip kurup, nevresim diktirmeye başlıyor. Kermeslerde onları satıp hastaneye gelir sağlıyorlar.
Fabrikalar, sigara filtrelerinin fazlalarını atılıyorlarmış. Gidip çuval çuval onları alıyor. Doktoru, hemşiresi, bütün ekip oturup o filtreleri kabartarak yastık yapıyorlar, onlarca yastık!
Sorunun kendisine değil, çözümüne odaklı yaşıyor bir ömür boyunca...
Umutsuzluğa hiç yer vermiyor hayatında Türkan hoca. “Ömrümce kendimi hep sıfırdan başlamaya hazır hissetmişimdir” diyor açık açık. Hayatta en çok mesleğini seviyor, ama “Bir gün elimden diplomam alınsa, gider yenisini alırım” diyecek kadar da özgüven dolu bir rol model inşa ediyor.

* * *

Hepimiz onu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde (ÇYDD), bu ülkenin kız çocuklarını okutabilmek için verdiği o onurlu mücadeleden tanırız. Ama çoğumuz onun kaç ayrı meydanda savaştığını bilmeyiz. Bunca karpuzu o incecik bedenle nasıl taşıyabildiğine aklımızı erdiremeyiz. Ben burada kalemim yettiğince doktor ve insan yanını tanıtmaya çalıştım.
Mesela renklerden kırmızıyı,tatlılardan tavuk göğsünü, çiçeklerden papatyayı sevdiğini... Kabak çekirdeğine bayıldığını... Saatine sadece saati görmek için değil, “zamanı planlamak” için baktığını... Saniyelere bile değer verdiğini... Çocukluğundan en çok özlediği şeyin şeftalinin ağaçtan koparılırken çıkardığı koku olduğunu...
Sizi bilmem ama ben bir dahaki sefere, ülkemle ilgili her hangi bir konuda şikayet ederken durduracağım kendimi. Önce bir soracağım:
Sen bu güzelim memleket için ne yapıyorsun?..”
Ve hatırlayacağım, kızıl saçlı, güzel yüzlü, o yüce gönüllü kadını. Tertemiz ellerini en feci yaralara şefkatle dokunduran o muhteşem insanı. Ömrü boyunca bir mesleğin rozetini şeref madalyası gibi yakasında taşıyanı...
Onun gibi yapacağım... Soruna değil çözüme odaklanacağım.
Çünkü...
Güneş umuttan şimdi doğar...

* * *

Sevgili okurlarım,
Bige Güven Kızılay’ın, Prof. Dr. Türkân Saylan hakkında yazdığı bu çok etkileyici satırları, umutsuzluk ve karamsarlığın kol gezdiği şu günlerde özellikle alıntıladım.
Çünkü sevgi, saygı ve rahmetle andığım Türkân hocaya göre hayatta imkânsız yoktur, denenmemişlik vardir.
Deneyin, başarının hemen yanıbaşınızda durduğunu göreceksiniz.

UĞUR DÜNDAR’IN NOTU:
Bige Güven Kızılay da Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabından esinlenmiş. Gelirinin bir kısmı ÇYDD’ye bağışlanan kitabı aldığınızda sadece müthiş bir yaşam öyküsü okumakla kalmayacak, bir kız çocuğunun çaresizliğine de el uzatmış olacaksınız...