Şöyle bir düşünelim; şayet, Mustafa Kemal ve arkadaşları başaramasaydı.. Ulusal Kurtuluş Savaşı, zamanın en büyük emperyalistleri ve onların işbirlikçisi hain Vahdettin, padişahın uşakları Damat Ferit, Ali Kemal, Şeyhülislam Dürrizade ve diğer alçaklar sürüsü tarafından yürekten desteklenen Yunan ordusunun çizmeleri altında ezilseydi...
-Ne olurdu?..
Aslında yanıt son derece basit. Hiç uzatmadan söylemek gerekirse;
-Osmanlı, sömürge olurdu!..
Yani köle!.. Yunan’ın, İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın kölesi; onurunu, gururunu kaybetmiş, topraklarının hemen tamamı paylaşılmış zavallı bir sömürge!.. Ama biz biraz uzatarak anlatmak istiyoruz. Anlatalım ki; 74 yıl sonra bugün, ülkeyi Yeni Dünya Düzeni’ne, diğer bir deyişle yeni emperyalizme peşkeş çekmek isteyen yerli işbirlikçilerin, hainlerin kimlikleri iyice ortaya çıksın.
-İğrenç maskeleri tamamen düşsün!.. Mustafa Kemal yenilseydi, Sevr olurdu!..
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak için saf tutmuş Kürtçülerin, din tüccarlarının ve Yeni Dünya Düzeni’nin uşağı işbirlikçilerin zaman zaman, “Federasyon”, “Anadolu Birleşik Devletleri” gibi isimler altında önümüze sürdükleri Sevr neydi?..
Son Padişah Vahdettin’in kuklası Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın, başkanı olduğu Osmanlı heyetinin Paris’te imzaladığı antlaşmanın adıydı Sevr!..

Kağıt üstünde kalan ihanet!..


Tarih 10 Ağustos 1920...
Bu tarih çok önemlidir. Çünkü, Damat Ferit’in Osmanlı Devleti’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’na imza attığı sıralarda Kuvayı Milliye, Anadolu’da bir yandan padişah tarafından hiç utanıp sıkılmadan “Hilafet Ordusu” olarak ilan edilen Yunan ordusuna, diğer yandan gerici hainlerin çıkardığı isyanlara karşı kan ve ateş içinde mücadele veriyordu!..
Şeyhülislam Dürrizade’nin, padişahın emriyle Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında çıkardığı  “Katli vaciptir” fetvası ise İngiliz uçakları tarafından Anadolu halkının üzerine atılıyordu!..
-Kurtuluş Savaşı işte böylesine aşağılık bir ihanet birlikteliğine karşın yürüyordu!..
Peki, Sevr Antlaşması neyi içeriyordu? Bu antlaşmayla Osmanlı’dan geriye tamamen denetim altında tutulan bir payitaht yani İstanbul ve Anadolu’da bir avuç toprak kalıyordu. İstanbul zaten 16 Mart 1920’de, Sevr Antlaşması imzalanmadan üç ay kadar önce, ikinci kez işgal edilmişti.
Batı Trakya’nın tümü ile Doğu Trakya’nın neredeyse İstanbul’a kadar ulaşan bölümü Yunanistan’a veriliyordu. İzmir ve bölgesi sözde Osmanlı egemenliğinde kalıyordu ancak bu egemenliğin kullanılışı ve yönetim hakkı da Yunanistan’a devrediliyordu!.. Bunun bir adım sonrası Batı Anadolu’nun tamamen Yunan’a ilhakıydı. Karadeniz’de Trabzon’un başkent olacağı bir Rum Pontus Devleti’nin kuruluş hazırlıkları da o bölgedeki Türk halkı çoluk çocuk demeden katledilerek adım adım yürütülüyordu.
Bitmedi!.. Antlaşmaya göre Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devleti ve özerk bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Ülkenin güney sınırları ise Antakya, Antep, Urfa ve Mardin Fransa’ya kalacak biçimde çizilmişti!.. Bunun dışında getirilen askerlikle ilgili hükümler, ağır mali denetim, sınai haklar üzerinde denetim, demiryolları, su yolları ve limanlar üzerindeki denetim Türkiye’yi tam anlamıyla sömürgeleştiriyordu.
İşte Sevr, böylesine aşağılık, utanç verici, Türk Ulusu’nun her türlü bağımsızlık ve özgürlüğünü ortadan kaldıran, bu ulusu adeta yok eden bir antlaşmaydı. Buna rağmen işbirlikçi hainler, Sevr Antlaşması’nı imzaladılar.
-Mallarını mülklerini ve yaşadıkları sefih hayatı kurtarmak için Türk Ulusu’nun yok olmasına ‘Evet’ dediler!..

Cumhuriyetin trajedisi!..


Ama Mustafa Kemal başardı!..
Ve bir ulus yeniden doğdu!..  Hem de her türlü olanaksızlığa karşın, dişiyle, tırnağıyla mücadele ederek ve dünyanın efendisi emperyalistlere karşı tarihin ilk kurtuluş savaşını vererek!.. Ve Sevr Antlaşması tarihin çöplüğüne atıldı...
Ben bu yazıyı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Söylev”ini nefis bir Türkçe’yle bizlere sunan, 1992’de yitirdiğimiz Cumhuriyet savaşçısı Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Söylev”deki önsözünden bir alıntıyla bitiriyorum:
“... Ama Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda ve daha sonra yanılgıya düşseydi, tarihsel fırsatları iyi kullanmasaydı,  yeryüzünde bugünkü bağımsız Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Bunu görmemek için ya bilgisizlik, bilinçsizlik veya nankörlük ya da Türk Vatanı’na ve onun evlatlarına karşı beslenen korkunç kin ve düşmanlığın yoğurduğu hayınlık içinde bulunmak gerekir.”

---------------------------

Bu yazı 21 yıl önce yazıldı... Bu iktidarın 16 yıla ulaşan “saltanat dönemi” henüz ortada yoktu, yüzde 34 oyla Meclis’in yüzde 66 sandalyesine sahip olmalarına henüz 5 yıl vardı, ancak ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı bile!.. Yarım asırlık sürecin büyük çoğunluğunda iktidar olan sağcı kafa, Cumhuriyetin ilmini, bilimini, faziletini, kültürünü oy uğruna öylesine aşındırmıştı ki, sonunda sıra “radikal sağa”, İslamcı iktidara gelmişti!..
Peki, ben bu yazıyı nasıl hatırladım? İttifak Yasası görüşmelerini izlerken, “bu nasıl bir gerileme, çözülme?” diye düşünürken... Niçin hatırladığıma gelince; Öncelikle o günleri anımsamanız için... nereden nereye geldiğimizi bir kez daha düşünmeniz için... Bu yasayla gidilecek seçimin son seçim olma olasılığını tartmanız için!.. Sonra kafanızı boş yere taşlara vurmamanız için...
-Bir daha bu kazanımları rüyanızda bile göremeyeceğiniz için!..