Mekke döneminde, Müslümanların sayısı arttıkça, yeni oluşan bu güce karşı baskı ve zulüm de artar; bunun üzerine bir grup Müslüman Habeşistan’a sığınır. Kureyş, göçü engellemek ister ama başarılı olamaz, gönderdiği bir heyetle Müslümanları Kral Necâşî’ye şikâyet eder ve iadelerini talep eder. Kral sığınmacıları çağırır ve konuyla ilgili sorular sorar. İslam nedir sorusuna, aldığı cevap şudur:

“- Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu kendi elçisi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik, putlara tapardık, günahlar işler, zayıflara zulmeder, iğrenç ve menfur her fiili yapardık. Onun bütün faziletlerini, doğruluğunu, iffetini baştan beri yakından ve mükemmelen biliyorduk. O bize diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi, sadece tek Tanrı olan Allah’a tapmayı, ibadet etmeyi, sadaka vermeyi, oruç tutmayı, her çeşit iyi ve güzel fiilleri (salih amel) işlemeyi öğretti. Bunlar bize hoş ve cazip geldi, yapmaya başladık. Fakat hemen arkasından vatanımızı terk etmeye ve senin ülkene sığınmaya bizi mecbur eden vatandaşlarımızın işkence ve ezaları göründü.” Bunun üzerine Necâşî, “Size iyilikle muamele edilecektir” der. (M. Hamidullah, İslam Peygamberi)

BASİTTEN GİRİFTE

Her öğreti başlangıçta sadedir; (Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Antik Yunan Felsefesi, Kilise kanonu vb.) amaç ve ilkeler ortaya konulur, sınırlar belirlenir. Ancak anlam ve yorum çabası, farklı dokunuşları zaman içinde beraberinde getirir; onunla da kalmaz organize olmak ister; siyaset, yayılmacılık ve çıkar kavgaları da müdahil olunca, öz (sabit olsa da) yerini çok daha karmaşık bir birikime bırakır. Her kanonik metin gibi üç ilahi dinin mesajı da yukarıdaki süreçten bağımsız değildir; bu noktada herhangi bir değer yargısı gütmüyor, doğal bir süreçten bahsediyorum, yani; her şeyden evvel bu tarihsel bir tespittir. Bunu görmemek, hele aslı neydi sorusunu sormamak en azından naiflik olur.

MANASTIRDAN MEDRESEYE UZMANLIK

Necaşi’ye verilen cevapta, Müslümanlığın o sade yapı taşları vardır; Müslüman güven veren, kötülük yapmayan, iyiliği huy edinmiş, imanının ve itikadının esaslarını bilen, bunları hazmetmiş insandır. Üç semavi dinin müntesipleri de kendi dinleri için, insanın canını, aklını, malını ve onurunu/namusunu koruma altına aldığını iddia ederler. Vurgulamaya çalıştığım sade öz, tam olarak budur. İnsanlığın tarih boyunca bu temel haklar için mücadelesi düşünüldüğünde, insan haklarının garantörü olarak ifade edilen dinler adına verilen çatışma, kavga ve ötekileştirme büyük bir paradokstur, tutarsızlıktır. Tarih ve bir o kadar da külliyat, içinden çıkılmaz devasa sorunları inanç sahiplerinin sırtına yüklemiş, teoloji başta olmak üzere, mezhep, tarikat, cemaat vb. (dolayısıyla aforoz, tekfir, öldürme) aidiyetlerin problemleriyle baş başa bırakıvermiştir. Demem o ki başlangıçtaki o sade mana kastını aşmış, ciltler dolusu bir literatür üretmiştir.

İLİMLERİN DOĞUŞU

Peygamber döneminde yaşanan İslam’ın, ne felsefi, ne hukuki, ne de ritüel bağlamında bir kaygı ya da soru işareti taşımadığı açıktır. Ancak işin rengi ilk dört halife döneminde değişmiştir. İslam toprakları, bulunduğu coğrafya üzerinde asırlarca yer tutmuş, örgütlenmiş ve kendi rasyonelini ortaya koymuş olan bir Hıristiyanlık (ki bu aynı zamanda Yunan felsefesi de demektir) ve Zerdüştlük ile karşılaşınca, bu dini öğretilere karşı kendisini fikren savunma ihtiyacı hissetmiştir. İşte İslam ilimleri içinde teorik savunmacı (apolojist) tartışma ilminin yani “Kelâm”ın doğuşu böyle olmuştur. Haftaya devam edelim.