Geçen haftaki yazıma gelen eleştirilerden anlıyorum ki, dini-diyaneti sağlıklı tartışmanın yolu onu doğru bir zemine çekmektir. Bu da medeniyet oluşturucu din yorumunu işaret eder; bunun yolu ise geçmişe takılıp kalmaktan değil, Atatürk’ün ifadesiyle “aklın ve ilmin rehberliğinde” geleceği doğru okumaktan geçer. Ne diyor Akif:Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.” Peki, asrın bilimi, felsefesi, edebiyatı, sanatı, teknolojisi, üretim biçimleri bilinmeden bu mümkün müdür? Her metafizik düşünce, dönemin doğa anlayışı, hukuk anlayışı, etik ve ahlak anlayışı içinde yerini/çerçevesini oluşturur. Din, kurucu kavramlarını zamanın ruhuna uygun yeniden tanımlayamazsa bireyi ve toplumu kuşatamaz ve hayatın dışına itilir. Demem o ki, Atatürk “doğrudan yaşamdan alırız ilhamı” derken, akla, rasyonaliteye ters düşmez; medeniyet oluşturucu dinamik din yorumu da bu anlayışı reddetmez.

İNANÇ SAHASINDA ŞEKİLLENEN MANA

Dini inanış, bireylerin özgür iradelerine bırakılmış bir alandır. Hayatı anlamlandırmak,  sonsuzluğa talip olmak, aşkın bir varlık olup olmadığını araştırmak (nereden geldik, nereye gidiyoruz, neden varız, şeyler neden böyle de başka şekilde değil gibi büyük sorulara cevap aramak) insanın bitmeyen serüvenidir. Din, bilimin ve felsefenin yapamadığını yapar ve bu sorulara cevap verme iddiasındadır.

AYNI PINARDAN BESLENEN FARKLILIKLAR

İnsan Allah’ı arar, Allah da insanı: “Bilinmek istedim” sözü, “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” ayeti bu espriyi ortaya koyar. İnsan halifedir (Tanrı’nın vekilidir) yeryüzünde bu hassasiyet içinde yaşar. İman, Tanrı ile kul arasındaki sözleşmenin (akdin) adıdır. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti bu sözleşmeye uygun yaşamın temel ilkelerinin bütünlüklü ifadesidir. Peygamberlerin gelişindeki amaç da bu ilkeleri insanlığa duyurmaktır. Ancak dinlerin özü zamanla kaybolur, siyasetin ve çıkar kaygılarının devreye girmesiyle yüzlerce anlayış ortaya çıkar; insanlar, hakikatte birleşmek yerine farklı ekollerde yer almayı tercih ederler. Farklılıklar da insanla birlikte doğar böylece; ancak herhangi bir yorumun mutlak olmadığı, görüşlerden sadece bir görüş olduğu unutulur. Yorumlardan biri mutlaklaştırılır ve diğerleri yok sayılır. Bu da ötekileştirmeleri, kavgaları beraberinde getirir. Aynı kaynaktan gelen üç semavi dinin bağlılarının birbirine yaklaşımı da aynı din içinde farklı ekollerin yekdiğerine bakışı da aşağı yukarı böyledir.

DİN Mİ SİYASET Mİ?

Bu kısa özeti vermemin nedeni, Atatürk’ün iyi bildiği İslam tarihinde yaşanılan elim hadiselerin ve bölünmelerin din-iktidar temelinde neşet ettiğidir. Hilafet kurumu gibi siyasal zeminde tartışılması gereken bir konuyu dinin asli unsuru saymak, Kur’an’da devlet ve rejim ile ilgili bir model verilmemesine rağmen, “din devleti” anlayışını savunmak, Osmanlı ulemasını da ikiye bölmüştür. Bu çatışma günümüzde de devam etmektedir.

ÜÇ ASIRLIK ÇAĞDAŞLAMAYI GÖZARDI ETMEK

16. Yy. sonrası tartışmalar hızlanır. Matbaayı Türkiye’ye getiren İbrahim Müteferrika, devletin içinde bulunduğu sorunları dikkate alarak, I. Mahmut’a (1730-1754) sunduğu muhtırada, idari, askeri ve dış politikada alınması gereken bir dizi tedbir sıralar. 1721’de Türk Matbaacısı Said Çelebi de Müteferrika ile birlikte hareket eder ve böylece yeniliklerin önü açılır. Müteferrika ve Çelebi’nin çabalarıyla dini eserler dışındaki kitapların basılmasına fetva alınır. Batı tarzı reformlar II. Mahmut’la (1808-1839) başlar; Tanzimat döneminde devam eden bu reformlar, sosyal ve kültürel hayatı derinden etkiler. Böyle bir dönemde ulema sınıfı gelenek ile modern arasında köprü kuramamış, çağın gereklerini dikkate alan bir söylem oluşturamamıştır. Haliyle, Atatürk’e yaptığı devrimlerden dolayı tepki duyanların, Osmanlı çağdaşlaşma hareketlerini göz ardı etmeleri, ancak hesaplı bir düşmanlıktan ibarettir. Yerimiz doldu, haftaya devam edelim.