Tarım nereden nereye geldi?

Atatürk dönemi hariç, bu ülkede tarım hep tu kaka edildi, göz ardı edildi, yük görüldü. Oysa Mustafa Kemal Atatürk, tarımsal kalkınmayı destekleyen, köylüyü milletin efendisi olarak nitelendiren müthiş bir liderdi. Üretken bir toplum yarattı. Tarımda ve hayvancılıkta böylesine büyük hamleler ve devrimler yapan bir başka lider yok. Ne yazık ki, “Milletin efendisi” denilen köylüye, AKP döneminde “Ananı da al git” deme noktasına gelindi.

Türk tarımının içinde bulunduğu durumu yeni kitabınızda anlatıyorsunuz. Oradan devam edelim. Kitabınızın ismi neden “Üretme Tüket”?

Konuştuğum birçok çiftçi yüksek girdi fiyatlarından şikayet ederek ve ürün fiyatlarının düşük olmasından yakınarak, "Bizim üretmemizi istemiyorlar", "Tarlamı boş bıraksam daha karlı olurum", “Ben kendi yiyeceğim kadar üretirim, gerisini onlar düşünsün" gibi sözlerle üretimden nasıl koparıldıklarını anlatır. "Üretme Tüket" adını bir anlamda çiftçiler koydu. Tarımda uygulanan politikaların iki sözcükle ifadesi bu.



Çiftçinin tüketici konumuna itildiğini de belirtiyorsunuz.

Evet, gittiğim köylerde, bizim tarımsal üretim yapmasını beklediğimiz çiftçilerin de artık tüketici konumuna geçmeye başladıklarını görüyorum. Köylere manav geliyor, manavdan sebze-meyve alıyorlar. Daha büyük köylerde ve beldelerde pazar kuruluyor. Binlerce mağazaya sahip olmakla övünen market zincirleri köylere kadar girdi. Köydeki markette köy yumurtası satılmıyor, şehirden giden yumurta satılıyor, düşünebiliyor musunuz? Ambalajında yoğurt, ambalajında peynir ve süt satılıyor.

Biz şehirde köy yumurtası, köy peyniri diye yüksek fiyata alırken köyde endüstriyel ürünler mi satılıyor?

Evet, aynen öyle. Elbette kendi tüketimi için tavuk besleyen, yoğurt, peynir yapanlar da var. Fakat, köyde yaşayanları tüketime zorlayan, şehir yaşamını özendiren birçok politika, birçok uygulama var. En önemlisi giderek yaşlanan ve üretimden koparılan nüfus, bir diğeri ise köylerde oluşan ikili yapı. Köyde yıllardır yaşayan ve geçimini tarımsal üretimden sağlayan bir kesim var. Yüksek girdi maliyetleri nedeniyle tarımsal üretimden kopmaya başlayan ve çaresizlik içinde her sene farklı ürün ekerek para kazanmak isteyen ama istediği parayı bir türlü kazanamayan eski köylüler diyorum ben onlara.

Yeni köylüleri nasıl tanımlıyorsunuz?

Çoğu daha önce o köyde yaşamış, çocukluğu orada geçmiş, sonra şehre giderek okumuş veya çalışmış, emekliliğinde köye geri dönmüş insanlar. Emekli olduğu için veya belli bir birikimi olduğundan geçim derdi yok. Aldığı emekli maaşı şehirde yaşasa yetmeyecek ama köyde yaşadığında fazlasıyla yetiyor. Bunlara da "yeni köylüler" diyorum. Bu yeni köylüler kentin sorunlarından kaçarak köyde daha sakin bir hayat sürmeye çalışıyor. Ticari üretim kaygısı yok. Eski köylülere kötü örnek oluyor. Çünkü eski köylünün geçim derdi var, üretmek zorunda başka geliri yok. Onlar da yeni köylülere özeniyor. Bu nedenle çocuğunun tarlada çalışması yerine sigortalı olarak otelde garsonluk yapmasına razı. Biraz okuyan ve bir yerde iş bulana "o kendini kurtardı" deniliyor. Yani tarım, kurtulmak istenen bir iş oldu. İthalat, siyaset ve rant kıskacındaki tarımda, Türkiye sahip olduğu potansiyeli değerlendiremiyor.



Kitabınızda “Zengin toprakların yoksul insanları olmayı hak etmiyoruz” diyorsunuz. Türkiye tarımda neden zenginlik yaratamıyor?

Hep söylüyoruz, tarım ilk olarak bu kadim topraklarda başladı. Türkiye, bulunduğu coğrafya, sahip olduğu üretim kültürü, iklimi, toprak zenginliği, genç nüfusu, ticaret olanakları, en önemlisi biyoçeşitliliği ile tarımda çok büyük potansiyele ve fırsatlara sahip. Dünyada bazı ülkeler sadece bir iki üründen büyük zenginlik üretirken, Türkiye, fındık, kuru üzüm, kayısı, incir, kiraz gibi ürünlerde adeta tekel durumunda. Hem üretimde, hem ihracatta söz sahibi. Ancak, bu potansiyeli ve fırsatları değerlendirmek yerine ithalata dayalı bir politika uygulanıyor. Bu denli yüksek potansiyeli olan bir ülkenin tarımda hemen her ürünü ithal etmesi, sadece, “yanlış politikalar uygulanıyor” sözü ile açıklanamaz. Dilimiz söylemeye, elimiz yazmaya varmasa da açıkça bir ihanet, bir aymazlık söz konusu. Çok bilinçli bir şekilde tarımdan, üretimden uzaklaştırılan Türkiye her şeyi ithal eden bir ülke durumuna getirildi. Bu, dışarıdan dayatılan bir politika.

Halbuki iktidar her fırsatta “yerli ve milli” söylemini kullanmayı pek seviyor.

Milli adı kullanılıyor diye gerçekte öyle olunmuyor. Çiftçi hükümetin bir milli politikası olmadığının farkında. Size çarpıcı bir örnek vereyim: “Tarımda Milli Birlik” diye bir proje gündeme getirildi. Bütün kooperatifler kapatılıp, buraya bağlanacak, köylü üye olmaya mecbur bırakılacaktı. Bunun diğer ayağında gördüm ki, Semerat Holding diye bir yapı oluşturulacaktı. Ortakları uluslararası şirketler ve Türkiye’deki yandaş şirketleri kapsıyordu. Köylü bu holdingin işçisi haline getirilecekti. Ülkemizin tarım ve gıda üretiminden pazarlamasına kadar her şey bu holdingin tekeline bağlanacaktı. Tarımsal KİT’ler de bu holdingin iştiraki yapılacaktı. Tarım il ve ilçe müdürlükleri tamamen kapatılacaktı. Her şey bu kartel holdingin olacaktı. Fakat, ben bunu yazdıktan sonra, öylesine büyük bir tepki oldu ki, Cumhurbaşkanlığı’na yapacakları sunumu iptal etmek zorunda kaldılar.

Yerel tohum satışını yasaklayan kanun da çok eleştiriliyor. Nedir bu?

Türkiye birçok tarımsal ürünün de çıkış noktasıdır, gen merkezidir. Tohuma sahip olan tarımsal üretime, gıdaya sahip olur. Çok uluslu şirketler ülkemize gelip tohumlarımızı tescillediler. Tarım Bakanlığı tarafından tescil yapılınca atalarımızdan beri köylünün olan tohum artık bu tekel şirketlerin oldu. Böylelikle çiftçimiz para ödeyerek tohumu bu çok uluslu şirketlerden satın almak zorunda kaldı ve yabancı tekellere bağımlı hale getirildi. Halbuki, normalde köyde bir çiftçi ürününden tohumluk alır, ertesi sene eker, ürün elde ederdi. Komşusu ile takas yapardı. Çifti tohum satamıyor, çünkü 2006 yılında çıkarılan yasa ile bu yasaklandı. Şirketler tohumu rahat satsın diye yasaklandı.

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, geçen hafta yaptığı açıklamada, “2019 itibariyle yerli tohum üretiminde 1 milyon 130 bin tona gelindiğini söyledi. “Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı yerli tohum seferberliğini başlatıyoruz” dedi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP’den önce sertifika ve tescilleme sistemi olmadığından kimse böyle bir kayıt yapmıyordu. Orada bir aldatmaca var. Yerli tohum ile yerel tohum arasındaki ayrım vardır. Yabancı şirketler Türkiye’ye geldi, firma satın aldı veya yeni şirketler kurdu. Ayrıca, kaynağı Anadolu olmayan tohumları da burada, ülkemizin tarlalarında üretiyorlar. Sonra, “Türkiye tohum üretiminde sıçrama yaptı” deniliyor. Kazanan kim? Bu yabancı şirketler.

Bir ülke için tarım ve gıdanın önemini başka nasıl açıklıyorsunuz?

Nüfusu 8 milyarı aşan dünya öyle bir noktaya geldi ki, tarım ve gıda artık stratejik değer kazandı. Gıda üretimindeki güç, ülkelerin bağımsızlığı ile eşdeğer hale geldi. Diğer yandan, bu
konu üreticiden çok, sağlıklı, güvenli ve ucuz gıdaya ihtiyacı olan tüketiciyi ilgilendiriyor. Tarımın sorunlarına köylüden çok kentlinin sahip çıkması lazım.

İktidara tavsiyeniz nedir?

Ülke yararına doğru politikalarla, çevreyle dost üretimle Türkiye’nin çıkış yolu tarımdadır. Ekonomik krizden çıkışın yolu da tarımdan geçer.