Pandeminin tek iyiliği, insanımızın karavanı keşfetmesi oldu.

Yıllardan beri karavanla gezmenin gezmenin ne kadar keyifli olduğunu, Avrupalı sayıları bir kaç milyonu bulan karavancıları ülkemize çekmenin yararlarını yazdım, çizdim.

Sakalım da olmasına rağmen, kimse bu yazılarıma pek kulak asmadı.

Ben karavanla Alaska’da tanıştım. Tam 20 gün bu vahşi topraklarda gezindim durdum.

Bu gezi sonrasında da tam bir karavan tutkunu oldum çıktım.

Bu yazıyı yıllar önce o geziden döndükten sonra yazmıştım. Karavan modası başlayınca sizlerle bir kez daha paylaşmak istedim:

“Arabayı Anchorage kentinden kiraladım. Yanımda, fotoğrafçı arkadaşım Tamer Yılmaz vardı. Karavan, üç yataklı, otomatik vitesli bir araçtı. İçinde büyük boy bir buzdolabı, biri normal ve diğeri mikrodalga olmak üzere iki fırını, ocağı, çay-kahve makinesi, tuvaleti, her daim sıcak suyu akan duşu vardı.

Isıtma ve soğutma, klima cihazı ile gerçekleştiriliyordu.

Depoyu doldurduktan sonra, önüme çıkan ilk süper- marketin önünde durdum. Gerekli yol haritaları, yiyecek, içecek derken alışveriş arabası tepeleme doldu.

Önce direksiyonu ülkenin güneyine kırdım. Hedefte, vahşi yaşamın en güzel örneklerini barındıran Kenai Ulusal Parkı vardı. Alaska’da asfalt yol sayısı pek fazla değildi. Birkaç saat yol aldıktan sonra, önümüze yarısı buzlarla kaplı bir göl çıktı. Karavanı manzaranın en güzel göründüğü bir köşeye çektim. Arkadaki yatak-koltuklara uzanıp, manzarayı seyrederek kahvelerimizi içtik.

İşte o an, karavanın ne kadar keyifli bir araç olduğunu kavradım.

Kenai’ye yaklaştığımızda öğle olmuştu. Yoldan ayrılıp ormanlık bir alana girdik. Meydanlık yerde durup, yemek hazırlığına başladık. Öğle için makarna ve salata yeterliydi.

Masayı çimenlerin üstüne kurup, karnımızı doyurduk. Akşamın geç saatlerine doğru dağ manzaralı bir düzlükte mola verdik. Tamer, etraftan topladığı odunlarla mangalı yaktı. Ben de güzel bir salata yaptım. Daha sonra, dana pirzolalarını marinattan çıkartıp, ızgaranın üstüne dizdim. Ben onları alt-üst ederken, Tamer kaşla göz arasında patates kızarttı.

Tüm bunların yanına, bir de Zinfandel marka kırmızı Kaliforniya şarabı açınca, masanın dekoru tamam oldu. Böylesine keyifli bir akşam yemeğini çok az yedim dersem yalan olmaz.

KARAVAN VE ÖZGÜRLÜK

Etrafı toplayıp, kuş seslerini, ayı homurtularını dinleyerek uyumaya çalıştık. Ulusal parkta kaldığımız birkaç gün hep böyle geçti. Canımız nereye isterse kampımızı orada kurduk, dilediğimiz yemekleri yaptık, hoşlandığımız manzaraları seyrettik. Yani karavan sayesinde vahşi doğada lüks içinde yaşadık.

Kenai Parkı’ndan sonra başka rotalara saptık. Her karavan parkı tam teşekküllü olmadığı için, iki günde bir büyük parklarda konaklıyorduk. Buralarda, tuvalet tanklarını boşaltıyor, eksilen suyumuzu tamamlıyor, çamaşırımızı yıkıyorduk. Hayatımın en büyük karavanlarını buralarda gördüm.

Kimi TIR’dan, kimi otobüsten, kimi kamyondan karavan yapmıştı. Hiçbirinin dayalı döşeli apartman dairelerinden farkı yoktu. Karavanlarda mutlaka bisiklet, motosiklet, kayık gibi yardımcı ulaşım araçları da bulunuyordu.

Karavanla Alaska’nın yollarında dolaşıp durdum. Amerika kıtasının en yüksek dağı Mckinley’in eteklerinde park edip, ona övgüler düzdüm.

Kimi zaman Eskimo köylerinde konakladım, kimi zaman azgın ırmakların kıyısında, somon balığı avcılarına komşuluk ettim.

O gezimden sonra, karavan ve özgürlük kelimelerini hep yan yana kullandım. Nerede frene bastıysam mahallem orası oldu. Sıkıldığımda gaza basıp, başka görüntülerin peşine düştüm.

Yukon Nehri kıyısında, kartalların kanat vuruşlarını seyrettim, Kutup çizgisini geçip, tundraların yalnızlığını gözledim.

Şimdilerde bir karavan yolculuğunu öylesine özledim ki... Aklıma geldikçe burnumun direği sızlıyor, yüreğim güm güm atıyor.”