Gökyüzünün vanası patladı. Metrekareye beklenenden fazla yağmur düştü. Avrupa kentlerinde de aynısı oldu. Ama orada sokaklar dereye dönmedi, insanlar boğulmadı.

Kent işini başaramadık.

Neden?

Kendisi belediye başkanlığı da yapmış ve “betonlaşmaya karşı orman çoğaltmayı” amaç edinmiş Salim Taşçı, bana dün şu bilgiyi geçti: “Suç belediyelerin değil! Suç yüzme bilmeyenlerin sokağa çıkmasıdır. Can simitlerini neden yanlarına almıyorlar(!) NOT: Oy avcısı olmayan belediye başkanı öncelikle altyapıya yönelir. Türkiye Cumhuriyeti belediyecilik tarihinde “bir tek bile yapı ruhsatı vermeyen” belediye başkanı benim. Neden mi? Hiç kimse kanuna uygun müracaatta bulunmadı da ondan...”

★★★

Dere yatağı seviciliği!

Beton aşkı kentler!

Bunun kök sebepleri var.

Kök sebebe inmezsek; “beton aşkı kentleşmede daha çok hayat yitirmeye” devam ederiz. Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp de dün bana şu mektubu gönderdi: “Ülkemizde yine kentsel seller oluştu ve canlar yitirildi. Nedeni açık seçik belli: Aşırı betonlaşma yüzenden düşen yağmuru toprak ememiyor. Dere yataklarına vasıfsız, çarpık, çürük, kaçak inşaat yapılmasına göz yumuluyor. Son yıllarda ayrıcalıklı imar izinleriyle İstanbul bir bakıma yağmalandı, yanlış yerlere konuşlandırılmış gökdelenlerle muhteşem silüete tecavüz edildi. Beton aşkı büyük projelerde de görüldü. İki güncel örnek vermek gerekirse: Yassıada dün demokrasinin bittiği yerdi, bugün de mimarinin bittiği yer oldu. Ticari ve turistik işlevlerle zorlanmış yapılaşma Yassıada’yı tümüyle betonlamış, görsel bütünlükten yoksun, bir proje olarak karşımıza çıkarttı. Benzer bir durum ise Taksim Camii’nde yaşanıyor. Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı’nın talebiyle hazırladığım 3 uluslararası ödüllü Taksim Cumhuriyet Camii ve Dinler Müzesi projem ‘beton-yeşil’ dengesini koruyor, komşu binalar Rum Ortodoks Kilisesi ile Taksim Atatürk Anıtı arasında yumuşak bir geçiş sağlıyordu. Çağdaş ve iddialı bir tasarımdı. Sayın Cumhurbaşkanımız uygun bulmadılar. Yerine yapılan proje ise arsada boş ve yeşil alan bırakmadı, yapılar ile dolduruldu...”

★★★

Bir mektup daha geldi.

Halil Öncü şöyle yazmış: “Bugünkü yazınızda (dünkü) dile getirdiğiniz dere yatağı seviciliği konusunda bir dünya örneği vereceğim. 1957 yılında İspanya Valensiya kentinde büyük bir sel felaketi oldu. Turia nehrinin taşmasıyla 400’den fazla can kaybı yaşandı.  Dere yatağını kuruttular sonra buraya Turia Parkı’nı kurup içine “Ciudad” bilim ve sanat merkezini inşa ettiler...” Bir başka mektupta ise Atalay İlhan, “Yağmur yağınca bodrum katlarında ve sokaklarında insanların boğulmayacağı kentleri bizim de kurabileceğimizin somut örneğini” yazmıştı: “Ben yıllarımı Eskişehir’de geçirmiş bir inşaat mühendisiyim. Özellikle 2001 yılından sonra Eskişehir’deki değişimi birebir hayranlıkla izledim. Belediye Başkanımız Yılmaz Büyükerşen, merkezi hükümetten en ufak bir yardım almadan Eskişehir’de derelerin, köprülerin hepsini nasıl elden geçirdiğini ve 50 yıl önce yağmur ve sellerden ölüm tehlikesi üreten bu derelerde bugün gondolların dolaştığına bire bir şahit oldum...”

★★★

Bu mektuplar!

Sahibini arıyor.

Şu anda insanları yağmur suyunda boğulan büyük kentlerin belediye yönetimine yeni seçilmiş olanlar eskinin “dere yatağı seviciliği ve beton aşkı kent rantı belediyeciliğine” son verebilirler.

Kentler bekliyor.

Eskişehir örneği çoğalsın!