AKP ve yandaş basın, dış politikada ne zaman “zafer” dese, bilin ki arkasından bir “kazık” geliyor.

Sadece son bir aya bakmak yeter...

“Oyun kurucu olacağız” diye çıktığı Libya seferinde, oyuna geldi AKP hükümeti...

Moskova ve Berlin’de yapılan Libya zirvelerinin iki sonucu oldu, ikisi de Türkiye’nin aleyhine.

İlk sonuç; Berlin sonrası artık Hafter’in de BM tarafından “tanınması.” Oysa Türkiye tüm Libya politikasını BM’nin Trablus’taki Müslüman Kardeşler bağlantılı Sarrac hükümetini tanıması, ülkenin büyük bölümünü kontrol eden General Hafter’i ise “tanımaması” üzerine kurmuştu. Moskova zirvesinde Hafter’i önce AKP bizzat tanımış oldu, ardından Berlin’de Hafter’e “BM tanıması” da altın tepside sunuldu.

Türkiye’nin ikinci kaybı ise bizzat Berlin zirve bildirisinde yazılı... Katılımcı ülkeler -Elbette Türkiye de- Libya’ya asker ve silah göndermeyecekleri taahhüdü altına girdiler bildiriye imza atarak. TBMM’den geçen Libya tezkeresi de boşa çıkmış oldu.

İDLİB ATEŞKESİ

AKP hükümetinin Moskova zirvesinden çıkardığı “zaferlerden” biri de İdlib’de ateşkes idi. Ama bu ateşkes günler değil, sadece saatler sürdü. Sonra buharlaşıp gitti. İdlib’den son bir haftada hemen her gün Suriye ve Rus saldırılarında onlarca kişinin öldüğü haberleri geliyor. Yandaşlar henüz yeni “zafer” ilan etmiş olduklarından, dönemiyorlar. İdlib’den Türkiye sınırına binler akmaya devam ederken, sırf “zafere” toz kondurmamak için, siyasal İslamcılardan ses soluk çıkmıyor. Kim bilir? Belki de Moskova’da, MİT Başkanı ile Suriye Muhaberatı’nın başını bir araya getiren Putin’in önlerine açtığı Şam yönetimi ile doğrudan temas yoluna zarar vermek istemiyorlardır.

S-400’DE TRANSFER YOK

S-400’leri almak Türkiye’ye pahalıya mal oldu. Sadece Rusya’ya toplam 4 bataryadan oluşan iki adet S-400 sistemi için verilen 2.5 milyar dolardan bahsetmiyorum.

S-400 alımı Türkiye’yi başından beri içinde yer aldığı F-35 savaş uçağı projesinden de bu projenin üretici ortaklarından biri olma şansından da kovdurdu.

S-400’ler konusunda gelen eleştirilere karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan, 25 Temmuz 2017’de AKP Meclis grubunda yaptığı konuşmada “Biz şu anda Rusya Federasyonu’yla bu konuyla ilgili adımları attık, imzalar atıldı. İnşallah S-400’leri ülkemizde göreceğiz ve bunları ortak üretimle de süreci işleteceğiz” dedi. Sadece iki gün sonra bu kez Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın, TV’ye çıkıp S-400 anlaşması için “Türkiye’nin güvenlik ihtiyacını, savunma sistemini karşılamayacak ama aynı zamanda bu teknolojinin transfer edilmesini sağlayacak. Ruslar ile yaptığımız anlaşmada, Sayın Cumhurbaşkanımızın Putin ile yaptığı görüşmelerde bu konu çok açık ve net ortaya konuluyor, Ruslar da buna ‘Tamam’ dediler” açıklaması yaptı.

Elbette biz de inandık.

Ta ki, bu hafta Rusya’nın resmi haber ajansı TASS’taki habere kadar. Bir Rus yetkiliye dayandırılan haberde, Türkiye ile S-400 anlaşması için, “kontratta, kısmen bile olsa teknoloji transferi öngörülmüyor” denildi.

Yani bir “kandırıldık” vakası daha...

Biz, -vergi ödeyen Türk vatandaşları- mi kandırıldık, yoksa Putin mi AKP’yi kandırdı, Sayın Cumhurbaşkanı açıklama yapınca onu da öğreneceğiz.

HALKBANK DAVASI...

Aslında alışmıştık Türk vergi mükellefleri olarak, AKP’nin “devletin cebinden tek kuruş çıkmadan yapılacak” diye sunduğu, hepsi de “asrın projesi” olan köprü, hastane, havaalanları için müteahhitlere milyonlarca dolar “kullanmama parası” ödemeye.

Misal; geçen hafta açıklandı, 2019 yılının ikinci yarısında Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde “söz verilen” sayıda araç geçmediği için, devlet kasasından müteahhide 1.6 milyar TL ödeme yapılacak. İstanbul Havalimanı için “uçmayan yolcu”, şehir hastaneleri için “yatmayan hasta”, Osmangazi Köprüsü için de “geçmeyen araba” parası ödemeye devam ediyoruz.

Şimdi başımıza bir de New York’ta Halkbank davası çıktı.

ABD’de açılan ilk Halkbank bağlantılı davada AKP’nin “makbul vatandaşı” - Zarrab nerede diye Amerikalılara üç kez nota vermişlerdi- Reza Bey “itirafçı” olup, Hakan Atilla’nın hapis cezası almasına yol açmıştı.

Reza Bey konuşmaya devam etti; ekim ayında bu kez doğrudan Halkbank’a dava açıldı.

Savcılık iddianameyi Halkbank’a da gönderdi. Ancak Halkbank, “olmamış gibi” yapmayı, davayı “görmezden gelmeyi” tercih etti.

-İlk kez “dönemin Başbakanı” ve “dönemin Başbakanının pek çok kez bakanlık yapmış akrabası” ifadelerinin geçtiği iddianameyi kabul etmelerini zaten kimse beklemiyordu.-

Ancak bunun da bir bedeli var elbette; davayı açan New York Savcılığı mahkemeden, Halkbank’ın davada resmen temsil edilmediği gün başına ceza konulmasını istedi. Savcılığın talebi, zamanla geometrik olarak artacak günlük bir milyon ceza oldu. ABD’de federal duruşmalar birkaç ay sürebiliyor. Savcılığın talebi kabul görürse, Halkbank’ın katılmadığı her gün için şöyle bir ceza oluşacak:

1. hafta: günde 1 milyon dolar, toplam 7 milyon dolar.

2. hafta: günde 2 milyon dolar, artı bir önceki haftadan gelen 7 milyon dolar, 21 milyon dolar.

3. hafta; günde 4 milyon dolar, artı önceki dönemden gelen 21 milyon dolar, 49 milyon dolar

4. hafta; günde 8 milyon dolar, artı önceki 49 milyon dolar, yani toplam 105 milyon dolar.

Bu hesapla; mahkeme iki ay sürerse; 1 milyar 785 milyon dolar.

Gerisini hesaplamak istemiyorum...

Geçmiş olsun Elazığ!..