Geçen haftaki yazım üzerinden yakın aile dostumuz iktisat profesörü Selahattin Toğay Hocamızla sohbet ederken, yaptığı şu tespiti varlığa bakışta son derece önemli buldum: “Biz bir bütünün parçası olduğumuzu unuttuk, günümüz insanının ruhsal olarak sakinleşmeye ihtiyacı var.” 

Her birimiz, ya bir anneyiz, ya bir babayız, ya bir evladız, ya bir kardeşiz ama diğer taraftan bütünün parçasıyız. Bugün bilim insanları, canlı cansız her şeyin enerjiden ibaret olduğunu ve birbiriyle de sürekli bir iletişim içinde olduğunu söylüyor. Böyle bir evrende Afrika açlıktan ölürken Amerika’nın huzurlu olması mümkün mü? Milyonlarca insan, tarihin hiçbir devrinde görülmedik biçimde zorunlu göçe maruz kalırken Avrupa’nın rahat uyuması mümkün mü? Ya da akşam televizyon seyrederken feryadını duyduğumuz bir anne “yavrularıma istediği meyveyi alamadım, almamda mümkün değil” dediğinde görmemezlikten gelebilir miyiz? Pandemi bize şunu gösterdi, eğer tüketim standartlarımız hep birlikte belli düzeyde olursa güvendeyiz. Aksi takdirde sahip olduğumuz gelir de sahip olduğumuz servet de bizim için yük olmaktan başka bir şeye yaramayacak. Bunu söyleyince aklıma Ertuğrul Hoca geldi. Prof. Dr. Ertuğrul Turan Hoca Enstitümüzde metin okuma derslerinin birinde Heidegger’den hareketle “bilincimizin çalışma biçimi hesap açma hesap kapatma şeklinde yürüyor” demişti.

OLAN OLMASI GEREKENİ UNUTTURDU

Bir bütünün parçası olduğumuzu bize hatırlatacak, bizi soluklandıracak, bizi düşündürecek, bizi çözüm üretmeye itecek bir anlam sistematiğine ihtiyacımız var. Bunu siyasi ideolojiler yapamaz. Bunu, birbirini yok etme üzerine kurulu günlük politika hiç yapamaz. Peki, bunu dini düşünce yapabilir mi? Yapabilir.  Ama heyhat, dini alanda da “olan”, “olması gerekeni” örtmüş; siyasi, hukuki, kültürel ne varsa dinselleştirilmiş ve putlaştırılmış.

Nietzsche, ideal olarak sunulan demokrasiyi, komünizmi ve hatta tüm teorik dünyalardaki “uyum” anlayışlarını eleştiriyor. Yaşadığımız dünya karmaşadır, kaostur, olandır, onu da sevmek lazımdır, diyor. Olması gereken adına olanın değersizleştirildiğini, önemsizleştirildiğini; gerçeğin idealler uğruna yargılandığını, küçümsendiğini ve en nihayetinde de doyasıya yaşanması gereken şimdinin yaşanmaz hale getirildiğini söylüyor. Bir an için bunların doğru olduğunu düşünelim, ama ısrarla da soralım: İnsanlığın dünyayı getirdiği hal bu iken yaşananlar yüreklerimizi kanatırken gerçeği olduğu gibi sevip kabul edebilir miyiz?  Olması gerekeni tarif etmeden, olması gerekene bağlanmadan hayata tutunabilir miyiz?

İnsan ölümlü bir varlık ve fakat ölümsüzlükle de bağlantısı var. Bu bağlantı bizi, olması gerekenleri tarif etmeye yöneltiyor. Dev eserler bırakma ve anılma ihtiyacı bile insanın ruhundaki bu sonsuzluktan kaynaklanıyor. Elbette ideal dünya tariflerinin arkasında insanların çıkarları yok değil; bunu ortaya çıkarmak da yine insanın görevi. Ama olması gerekeni yeniden, yeniden kurgulamak zorunda modern insan. Başka türlü yol alamayız. Başka türlü doğayla barışamayız. Başka türlü insanlık krizinden kurtulamayız. Yeni bir din dili de kendini bu dilin içinde bulmak zorunda.