Yangınlarla hem ağaçlarımız hem de içimiz yanarken RTÜK, TV’lere bir ‘uyarı’ yazısı gönderdi. Yazıda,  TV’lerin halkı yanlış yönlendirdiği, korku salacak görüntüler kullandığını ve kaos havası yaratacak yayınlar yaptığını vurgulayıp uyarıda bulunuldu.

Normalde, herhangi bir demokratik  hukuk devletinde asla olamayacak böylesi bir uyarı, sansür tartışmalarını da beraberinde getirdi tabii. Ben işin bu yönünü tartışmayacağım. Benim altını çizmek istediğim başka bir nokta var.

Türkiye’de insanlar, haber yapıldığı için paniğe kapılmıyor. Türkiye’de insanlar gerçek habercilik yapılamadığı için paniğe kapılıyor. Gerçekler kendisinden saklandığı için korkuya kapılıyor.



Şundan emin olun, esas sorun, bu haberlerin yapılması değil yapılamaması...

İnsanlar izledikleri haberlerden değil, izleyemediklerinden dehşete kapılıyor. Çünkü herkes, Türkiye’de medyaya karşı derin ve ağır bir sansür uygulandığını biliyor.

Bağımsız araştırma şirketlerinin anketlerinde zaten bu durum açık açık görülüyor.

E hadi diyelim öyle ya da böyle TV’ler yangın görüntülerini kullanmadı ya da haber yapılmadı. O zaman sosyal medyayı ne yapacaksınız? Sosyal medyayı nasıl susturacaksınız? Elbette kirli bilgi ve görüntü akışı sosyal medyada da var. Bütün dünyada bu böyle. Fakat artık insanlar, bu tip önemli olaylarda sosyal medyaya daha çok güveniyor, daha çok takip ediyor ve oradan bilgileniyor. Hele ki televizyon haber merkezlerinin bu kadar baskı altında tutulduğu son yıllarda.

Sizce, popüler haber kanallarının yayınları mı daha çok izlenmiştir, yoksa yangın faciasını olağanüstü başarıyla günlerdir sosyal medyadan aktaran komedyen Şahan Gökbakar’ın yayınları mı? Şahan’ın yaptığı yayınlar mı daha çok ses getirdi yoksa baskı altında olduğuna inanılan haber kanallarının yayınları mı?

Bu yangında, insanların güven duygusundan kalan son kırıntılar da yandı. Aslında en büyük sorunlardan biri de bu, farkında değilseniz o daha da vahim.

Sınırlar da paramparça sinirler de


Ormanlarımız cayır cayır yanarken, sınırlarımız da delik deşik olmaya devam ediyor. Yangın söndürülemiyor, sınırlarımızdan kontrolsüz bir şekilde kitlesel geçişler de durdurulamıyor. Özellikle İran üzerinden Afgan göçmenler ülkeye girmeye devam ediyor.



CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu inanılmaz bir iddia ortaya attı. Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD’de yaptığı görüşmede Afgan sığınmacıları Türkiye’ye gelmesini kabul ettiğini ileri sürdü. Korkunç bir iddia bu.

Hükümet kanadı bu iddiayı yalanladı yalanlamasına ama sınırdan akın akın göçmenler ülkeye girmeye devam ediyor.

Acaba dünyada başka bir ülkenin sınırları bu kadar kolay geçilebiliyor mudur?

Salgın, doğal afet, düzensiz göç...

Sinirlerimiz de paramparça, sınırlarımız da...

Felaketin ahlaksızlığı


Yangın felaketinde de gördüğümüz gibi, dayanışma kültürümüz sapasağlam.

Felaketlerde kitleler halinde insanlar yardıma koşmasını biliyor. Hiçbir şey yapmasa, insanlara bir dilim ekmek verip alevlere bir bardak su atmaya çalışıyor.

İnsanların yangına karşı bile bir arada olmasına bazıları tahammül edemese de durum bu.

Fakat arkadaş, her toplumsal sıkıntıda, yaşadığımız ahlak erozyonunu da gösteren emareler ortaya çıkıyor.

Tıpkı deprem sonrası kira artışlarında olduğu gibi. Şimdi de alevlere karşı kullanılan alet edevatta vurgun yapma peşine düşenler ortaya çıktı.

Bir yandan insanlığımızı hatırlıyoruz, bir yandan insan olduğumuzdan utanıyoruz. Ülkemiz de böyle bir ülke işte.

Ahlaksızlık, felaketten daha çok zarar veriyor.

Mazeret bulunursa mesele yok


Yangın felaketine karşı “Nasıl kontrol altına alırız?” sorusuna yanıt arayacağına, nasıl mazeret bulunacağı üzerine daha çok kafa yoruldu sanki.

Misal; yangının bir terör örgütü tarafından çıkarıldığı kanıtlansa, sanki siyasi irade rahatlayacak. Oysa terör örgütü önceden de ormanları yakmıştı, yine de yapabilir. Fakat bu söndürülmesine engel mi?

Gelmiş geçmiş en beceriksiz Tarım Bakanı olarak tarihe geçtiğine herkesin inandığı Ekrem Pakdemirli, “Benim gördüğüm orman yerlerindeki sorumluluk belediyelerdedir” şeklindeki açıklamasına inanamamıştım.

Ekrem Pakdemirli


Fakat tuhaf bir şekilde benzer açıklamayı Cumhurbaşkanı Erdoğan da yaptı ve “Yerleşim bölgelerindeki yangın vesairelerin sorumluluğu kimin? O da oradaki büyükşehir belediyelerinin sorumluluğundadır” dedi.

Yangın ormanlarda başladı, kontrol edilemedi, söndürülemedi ve yerleşim bölgelerine sıçradı. O belediyeler AKP’li olmayınca yaklaşım da böyle oluyor demek ki.

Partizanlığı eleştire eleştire iktidara gelen bir partinin, geldiği partizanlık noktası da bu.

99 depremi ve yangın felaketi


Bazıları 1999 depremi ile bu korkunç yangın felaketini kıyaslıyor. Uzmanların da dile getirdiği gibi, bu iki afeti kıyaslamak doğru değil. İkisi de birbirinden farklı çok büyük doğal afet.

99 deprem felaketini yakından takip etmiş bir gazeteci olarak bence de bu iki afet kıyaslanamaz. Fakat ikisinin de çok belirgin bir ortak noktası var.

Tıpkı 99 deprem felaketinde olduğu gibi, bu yangın felaketinde de devlet organize olamadı ve krizi yönetemedi.

İki felaket arasındaki en büyük fark ise şu: Körfez depreminde devleti, hükümeti eleştiren, yardımların ve kurtarma ekiplerinin gecikmesinden şikayet eden hiç kimse, bugünkü gibi bol keseden “vatan haini” olmakla suçlanmamıştı.


Nükleer santral ne olacak?


Özellikle sosyal medyada, “Termik santral korunamadı, nükleer santral olsaydı ne yapacaktık?” sorusu soruluyor.

İnsanlar, zamanında müdahale edilmediği için felakete dönüşen bu durumdan doğal olarak korkuyor. Hepimiz korkuyoruz.

Bu yaşadıklarımızdan sonra, Türkiye’de kimse halka nükleer santrali anlatamaz, kabul ettiremez. Ha, “Halka soran mı var” da diyebilirsiniz haklı olarak. Bu  da olayın başka yönü tabii.

Fakat bu olup bitenleri artık kimse unutamaz.