Bugün bayramın ikinci günü. Ama etrafa bakıyorum da bayram heyecanından çok yolculuk heyecanı var. Herkes bir yerlere kaçmak istiyor. Tabii bunu büyük kentler için söylüyorum. Anadolu kentlerinde biraz olsun bayram havasını koklamak mümkün.

O kadar çok bayram yazısı yazmışım ki, yeni bir konu bulamadım. Ben de bu hafta sizlerle eski bir yazımı paylaşacağım:

Kurban Bayramı’nı anınca hemen iki koku üşüşür hafızama. Bir tanesi temiz keten, diğeri ise et kokusudur. Temiz keten kokusu, çocukluğumun evini anımsatır. Annemin günlerce uğraşıp yıkadığı keten örtülerden yayılırdı bu temizlik kokusu. Bembeyaz yastık örtüleri, tüller, masa örtüleri... Bir de bayram süresince bir iyilik havası hakim olurdu. Güler yüzlü, şefkatli, barışçıl bir iyilik. Ne o evler, ne o eski ev kadınları ne de o evlerin birbirine rastlandığı mahalleler kaldı.

Anımsadığım diğer koku da et kokusudur. Bu tüm mahallenin ortak kokusuydu. O anları hiç unutmam. Tüm ayrıntılar hala gözümün önünden geçer gider. Pencerede, babamın namazdan dönmesini beklerdik. O gelince arka bahçede kurban kesilecek, ayağından ağaca asılacak, sarkan ayaklarından birinden açılan delikten balon gibi şişirilecek ve derisi yüzülecekti. Sonra parçalara ayrılıp konu komşuya dağıtılacaktı.

Dağıtım işini ben yapardım ama buna bir anlam veremezdim o yaşlarda. Neden bütün et biz de kalmıyor da başkalarıyla paylaşıyorduk?

Parçalama işi bittikten sonra, babam bize düşen parçalardan birini küçük küçük doğrar, kavurmalık eti hazırlardı. Şimdiki Vog  tavalarına benzeyen siyah bir sacımız vardı. Babam o sacda yapardı kavurmayı. Önce biraz kuyruk yağı atar, o erirken etleri boca eder, çevire çevire kavururdu. Pişmeye yakın içine bir miktar domates, bir kaç tane yeşil biber ilave ederdi.  Ateşi kapattıktan sonra da bol kekik ve kırmızı biber serperdi. Babam aslında kavurmaya  bir şeyler eklemeye karşıydı ama annem, "çocuklar böyle seviyor" dediği için kendi bildiği kavurmayı yapamıyordu.. Kavurmanın bu iştah açıcı kokusu, pencerelerden süzülüp, sokağa yayılırdı. Hoş, her evden neredeyse aynı koku gelirdi. Mahalle sabah sabah buram buram et kokardı.

Bir koşu fırından aldığım taze ekmeği, sacın dibindeki yağa batırırdım. Etten çok o yağın tadı hoşuma giderdi. Şimdiki kurban bayramlarında ne kavurma ne de sacın dibinde ekmek batıracak yağ kaldı.

Öğle yemeğinde kül bastı, akşam yemeğinde ise mangalda pirzola, yürek ve böbrekler  yenirdi. Ben bunları pek sevmezdim. Özellikle pirzolanın eti, lastik gibi uzar, bir türlü kemikten ayrılmazdı. Babam, hayvanın ciğerini ayıkladıktan sonra kuşbaşı doğrar, tavada kızartır, yanına maydanozlu soğanla bir salata yapardı. Sonra onunla da rakısını yudumlardı. Annemin, "kurbanlık hayvanın ciğeri ile rakı içilir mi, çarpılacaksın" yolundaki itirazlarına kulak asmazdı.

Annemin bayram yemeklerine de bayılırdım. Mutlaka koca bir tencere çorba pişirirdi. Bu, genellikle yoğurtlu düğün çorbası olurdu. Yaprak sarması o kadar çok yapılırdı ki, bütün bayram boyunca yeterdi.

Pilavsız sofra olur mu? Hele bir de üstüne, kavurma veya nohut konmuşsa, yanında da buz gibi bir üzüm hoşafı varsa kimse bu ikrama dayanamazdı. Bir de mevsim sebzelerinden bol etli bir türlü pişirirdi. Tatlı olarak mutlaka Kalbura Bastı ikram edilirdi. Sadece salata taze taze hazırlanırdı.

Yemek saatlerinin ziyaretçileri yakın akrabalardı. Bu, mahallede gelenek haline gelmişti. Ara saatlerde konu komşu gelir, yemek vakti ziyareti akrabalara bırakılırdı.

Her gelen misafire, küçük kadehlerde vişne likörü, çikolata veya Hacı Bekir'den alınan lokum ikram edilirdi. Likörü babam yapar, nasıl yaptığını ballandıra ballandıra anlatırdı. Çok övünürdü bu yeteneğiyle. Hele birisi likörü çok beğendiğini söylesin. O zaman babamı tutamazdınız. Anlatır da anlatırdı rahmetli. İşi Eğridir Gölü'ndeki komando okuluna kadar götürürdü.

Şimdi, özellikle büyük kentlerde ne keten, ne et kokusu ne de bayram ziyafetleri kaldı. Zaten et kokusunun yayılacağı eski mahallelerde yok artık. Bayramlar, evden kaçmak için bahaneye dönüştü.

Bizim çocukluğumuzda bayramlar, bir barışma, bir kucaklaşma ve iyilik günleriydi. Her şeyi unuttuk bari bunları unutmayalım.

Ne dersiniz?

Tatlılı Yahni

Memleket Yazıları'nın unutulmaz yazarı ve zamanının ünlü gazetecisi Refik Halit Karay, çocukluk günlerinde, Kurban Bayramı'nda evlerinde pişen bu ilginç tatlıyı şöyle tarif eder:

"Koyun gerdanını enine ve uzunluğuna dört parçaya ayırır, üstünü örtecek kadar su koyduğunuz tencerede ve harlı ateşte köpüğünü almak şartıyla iyice pişirirsiniz.

Suyunu çekince, azıcık tuz ve bolca şeker katıp (pekmezle de yapanlar olur) hafif ateşte bir saat bırakırsınız. Artık o bir pastadır. Kızıl bir renk almıştır, ağdalaşmıştır, elle güç kopar, ağızda büyür ve elyafı dişlerinizin arasına girer, zor çıkar."