Dini bütün, inancı yüksek yazarlardan Ahmet Taşgetiren, Ayasofya’da sabah namazı kılmaya gittiğini ve namaz sonrası gözlemlerini, duygularını yazdı. Ayasofya’yı zaten var olan ibadete yeniden açanlara teşekkür ediyor, minnet duygularını dile getiriyordu. Eski Diyanet İşleri Başkanlarından biri de o gün sabah namazına katılıp, cemaate imamlık etmiş.

Mutlu bir yazıydı.

Simit de varmış.

Sabah namazına gelenlere Kızılay simit dağıtıyor. Kıtlık, açlık, yokluk günlerinde miyiz? Ayasofya’ya gelenler sabah namazından sonra canları simit çekiyorsa; caminin giriş kapısında simitçiler tanesi 2.5 TL’ye sabah simidi satıyor.

Kızılay’a ne vazife?

Kimin parasıyla Ayasofya’da cami iklimli simit dağıtıyor? Kul hakkı yedirmeye girmez mi? Ahmet Taşgetiren, bu açıdan bakmamış; 7 Kasım tarihli yazısında; “Sonra dışarı çıktık, caminin karşısında Kızılay simit dağıtıyordu cemaate. Simitlerimizi aldık. O saatte susam kokusu, cami iklimini besliyordu.” diye yazıp Kızılay’a da alkış sunuyor. Oysa Ayasofya’nın açılışı Türkiye’ye pek hayırlı iklim getirmedi. Derin bir ekonomik krize girdik. Kızılay’ın Ayasofya önünde simit dağıtışını okuyunca aklıma; “Nika... Nika... Nika...” bağrışları geldi.

★★★

Bilir misiniz?

Nika isyanı olmuştu.

İmparator Justinianus, okuma yazma bilmeyen cahil biriydi. Fakat çok zekiydi. Halk kitleleri üzerinde dinin ve mezhebin etkisini çok iyi kullanıyordu. Karısı Kıraliçe Theodora ise bir ayı bakıcısının çok güzel işveli kızıydı ve kocası imparatordan daha zeki ve daha cesurdu. Ayasofya’nın önünde uzanan hipodrom, o dönem İstanbul halkının eğlence, kültür, din ve politik yaşamının merkeziydi. Kanlı gladyatör dövüşleri, araba yarışları, çılgınlığa varan eğlenceler ve politik tartışmalar hipodromda olurdu. Halk, politik olarak iki siyasi partiye; “Mavi ve Yeşil” renklere ayrılmıştı. İki renk, iki mezhep arasında bölüşülmüştü. Yeşili Mofist mezhebinden olanlar, maviyi ise Ortodokslar destekliyordu. İki mezhep zaman zaman birbirine ölümüne düşman haline gelebilecek kızgınlıkta bölünmüşlerdi. Mavileri aristokratlar, yeşilleri tüccarlar ile esnaf yönetiyordu. İmparator Justinianus Ortodoks, karısı kraliçe Theodora Mofistti... Karı koca, din ticareti yapıp iki tarafı da idare ediyorlardı.

★★★

Ülke ise berbattı.

Kötü yönetiliyordu.

Yokluk, yoksulluk!

Yolsuzluk, rüşvet!

Halk fakirleşmişti.

532 yılının ocak ayında soğuk bir gün Maviler ile Yeşiller birbirleriyle dövüşüp boğuşmaktan vazgeçtiler ve imparator ile kraliçeye karşı bir oldular ve “Nika... Nika... Nika...” diye (nika, zafer demek) bağırıp; “Çok yaşasın yoksulları koruyan Yeşiller ve Maviler....” diye slogan atarak imparatorluk sarayına birlikte yürüyüşe geçtiler.

Ayasofya’yı da yaktılar.

İsyan bastırıldı ve İmparator Justinianus, bugünkü Ayasofya’yı yeniden inşa ettirdi. Açılış konuşmasında “Süleyman seni geçtim...” diye övünüp, “en büyüğün kendisi olduğunu” ilan etti.

Yalan Dünya!

Ne Süleyman’a kaldı.

Ne de Justinianus’a...

★★★

Fatih Sultan Mehmet gibi çağ açıp çağ kapatmış bir padişah, Ayasofya’dan daha büyük bir cami yaptırabilecek güce sahipti. Belli ki, Ayasofya yıkılmasın, bakımsız kalmasın diye içindeki Meryem, İsa, melek görüntülerinin resmedildiği mozaikleri sıvayla kapatarak camiye çevirdi. Mustafa Kemal Atatürk de emperyalist güçleri yenmiş biri olarak, onların medeniyetinden geri olmadığımızı göstermek için olmalı, Ayasofya’yı müze haline getirdi. İşte Kızılay, böyle bir geçmişe sahip yapıda sabah namazı sonrası simit dağıtıyor.

Allah razı olur mu?

Ben bilmiyorum.

İlahiyatçılar açıklasalar öğreniriz. Türkiye’de kentler, kasabalar, köyler dahil yaklaşık 100 binden fazla cami var. Kızılay, 100 bin caminin hepsinde, cemevlerinin tamamında, kiliseler ile havraların bütününde “ibadet sonrası sabah simidi dağıtıyorsa” eşitlik var diyebiliriz.

Eşitlik de yoksa...

Sormak isterim:

Kimin parasıyla simit?

Niçin sadece Ayasofya’da?

TARİHLE RÖPORTAJ (Unutkanlığa ilaç)



Ayasofya ikinci Eyüp Camii oldu!


Diyanet Başkanı,elinde kılıç, hutbe verdi. Ayasofya’yı “Müze olmaktan çıkartılıp zaten var olan ibadete yeniden açma” gösterisi, Lozan zaferi gününe denk getirildi. Lozan ve Atatürk ile hesaplaşma ilan edilmiş oldu. Diyanet İşleri Başkanı, Ayasofya’da Cuma hutbesi verirken “Atatürk’e lanet okuyan” cümlelerini bilerek, seçerek ve hedef göstererek kurdu. Ve bir yıl sonra; “Ayasofya’nın içinde yapılacak ibadet...” hedefi; eğildi, büküldü, çekildi, uzatıldı “Ayasofya kendisine ibadet edilen bir yapıya” dönüştü. Ahmet Taşgetiren sabah namazını anlattığı yazısında şu tespiti de yapıyor: “Ayasofya beklendiği gibi biraz Eyüp Camii olmuş. İstanbul’un farklı semtlerinden, Anadolu’dan kafileler Ayasofya’nın loş ruhaniliğinde harman oluyorlar. Genç yaşlı, kadın erkek... Yüzlerce, belki binlerce insan... Cami, sabah namazlarında diğer camilerin cemaat hasretine mukabil, lebalep dolu...  Hasret bitti, vuslat coşkusu ile geliyor belli ki insanlar.”  Gerçekten 100 adım uzaklıkta ve tam karşısındaki Sultanahmet Camii, sanki terkedilmiş, mahzun, sahipsiz cemaat hasreti çekerken Ayasofya dolup taşarak İkinci Eyüp Camii oldu. Ayasofya adlı yapı Hristiyan dinin o dönem en büyük, en süslü, en pahalı tapınağı olarak 5. yüzyılda yapılmış.  O yıllarda Ayasofya kilise iken içinde “İsa aslında Allah’ mıydı? Yoksa hem Allah ve hem Allah’ın yaratığı bir insan mıydı? Veya hem Allah ve hem de Allah’ın oğlu muydu? Meryem, sadece bir Allah (İsa) annesi mi, yoksa hem Allah’ın (yani İsa’nın) ve hem de Allah’ın yarattığı insan İsa’nın annesi miydi? ” tartışmaları yapılmış, bu tartışmalardan Hristiyan dininde bölünmeler, mezhepler ortaya çıkmıştı.