Yaşamıyor olsa, birilerince her gün yeniden öldürülmek istenir miydi hiç?


İki gün sonra 10 Kasım; Atatürk’ümüzün aramızdan ayrılışının 83. yılı. Cumhuriyetimiz 83 yıldır Atatürk’süz... Fakat güçlü fikirlere ve sağlam eserlere sahip insanlar ölseler de fikirleri ve eserleri sayesinde yaşamaya devam ederler. İşte 10 Kasım 1938’de ölen Atatürk’ümüz de güçlü fikirleriyle ve sağlam eserleriyle hâlâ yaşamaya devam ediyor.

Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır...” diyen Atatürk, ölüm gerçeğinin farkındaydı. Fakat güçlü fikirleri ve sağlam eserleriyle öldükten sonra da yaşamaya devam edeceğini biliyordu. Bu nedenledir ki, “Görevim, bitmemiştir, bitmeyecektir,  ben toprak olduktan sonra da devam edecektir“ demişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.18, s.94).

Gerçekten de Atatürk’ün toplumsal görevi ölünce bitmedi, öldükten 83 yıl sonra bile devam ediyor.


1. Bağımsızlık


Atatürk, her şeyden önce bir özgürlük ve bağımsızlık savaşçısıydı. 1921’de şöyle demişti: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. (...) Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.3, s. 24). O, Batı emperyalizmine ve Batı kapitalizmine karşı savaştı. 1 Aralık 1921’de şöyle demişti: “Biz (...) bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız. (ATABE, C: 12, s.121). En büyük hayali, bir gün emperyalizmin yeryüzünden silinmesiydi. Buna inanıyordu. 3 Ocak 1921’de Ankara’da, Türkiye, Rusya, Ukrayna, Afganistan, Buhara, Azerbaycan temsilcilerinin katıldığı bir davette şunları söylemişti: “Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve perişan edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal hale mazhar olacaktır.” (ATABE, C.12, s.200-201)

Atatürk’ün önderliğinde emperyalizme karşı verilen Türk Kurtuluş Savaşı (Türk İstiklal Harbi) başarılı oldu. Bu zaferin önderi Atatürk, ezilen, sömürülen mazlum milletlerin “kurtuluş bilinci” haline geldi. Atatürk, bugün “bağımsızlık” düşüncesinde yaşıyor.

1923, Kuruluş Ayarların Dönmek” adlı kitabımdaki ifadeyle, “Sorun emperyalizm olduğu sürece çözüm Atatürk’tür.” Bu nedenle emperyalizm, dün olduğu gibi bugün de Atatürk’ü öldürmek istiyor.

2. Ulusal Egemenlik


Atatürk 600 yıllık monarşiden, 10 yıllık meşruti monarşiden 3 yılda cumhuriyete, 27 yılda çok partili demokrasiye evrilen siyasal bir düzen kurdu. Bu düzen, “sarayın” yerini “meclisin”, “kulluğun” yerini “yurttaşlığın”, “ümmetin” yerini “ulusun” ve “erkek egemenliğinin” yerini “kadın-erkek eşitliğinin” almasıyla kuruldu. Bu dönüşüm sürecinde önce meclis açıldı, sonra sırasıyla; anayasa hazırlandı. Saltanat kaldırıldı. Bir siyasal parti (CHP) kuruldu. Cumhuriyet ilan edildi. Hilafet kaldırıldı. Kadınlara siyasal haklar verildi. Böylece anayasadaki ifadesiyle “egemenlik kayıtsız şartsız milletin” oldu.

Peki ya çok partili demokrasi? Çok partili demokrasi için siyasetten hukuka, eğitimden ekonomiye altyapı devrimlerine ihtiyaç vardı. Önce bu devrimler yapıldı.

Atatürk, demokrasiden yanaydı. Örneğin, 13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı Isaac F. Marcosson’a verdiği mülakatta, “Emperyalizm ölüme mahkûmdur. (...) Demokrasi insan ırkının ümididir” demişti. (ATABE, C. 16, s. 37-38). 1930’da “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında da “Demokrasi daima yükselen bir denizi andırmaktadır” diye yazmıştı. Zamanı gelince çok partili demokratik hayata geçilmesini istiyordu. Sağlığında bu yönde bir deneme de yaptı. (1930-Serbest Fırka). Ancak demokrasi için henüz erken olduğunu gördü.

Atatürk’e göre “Cumhuriyet imkân demekti.” “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesiydi.” Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı doğrultusunda kurulan bu Cumhuriyet, “yurttaşlarına” fırsat eşitliği sağladı. Bu sayede, 600 yıl boyunca sadece sultanların/padişahların yönettiği bu ülke, kadın-erkek, seçme- seçilme hakkına sahip Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarınca yönetilmeye başlandı.

Atatürk, bugün “ulusal egemenlik” anlayışımızda ve “ulus bilincimiz”de yaşıyor. Ulusal egemenliğimize ve ulus bilincimize karşı olan Cumhuriyet düşmanları, dün olduğu gibi bugün de Atatürk’ü öldürmek istiyor.

3. Akıl-Bilim ve Çağdaş Uygarlık


Atatürk düşüncesinin omurgası akıl ve bilimdir. Şu sözler Atatürk’ündür: “Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı kati (değişmez hüküm) hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. (...) Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s.400-401)

Bin yıldan fazla bir zamandır neredeyse tüm hayatını ‘nas-ı katilerle’, ‘donmuş ve kalıplaşmış kurallarla’ belirlemiş bir toplumun gözünün içine bakarak, ‘Benim manevi mirasım ilim ve akıldır’ demek kolay değildi. Atatürk, cesur ve gerçekçi bir aydınlanmacıydı. Halka hep gerçeği söyledi.

Atatürk’e göre kurtuluş ilim ve fendedir. 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere şöyle seslenmişti: “Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.” (ATABE, C. 17, s.44)

Atatürk’ün “En gerçek yol gösterici ilimdir, fendir” dediği 1924’te Türkiye, sanayileşmemiş bir din-tarım toplumuydu. Nüfusunun % 85’i köylerde yaşayan bu toplumun % 10’u bile okur-yazar değildi. Atatürk’ün böyle bir toplumda lafı hiç eğip bükmeden halka, bilim ve fen dışında kurtuluş yolu olmadığını söylemesi çok önemlidir. Atatürk’ün bilim ve fendeki değişimin sürekli takip edilmesi gerektiğini belirtmesi de dikkat çekicidir.

Atatürk, akıl, bilim ve fen vurgusuyla “çağdaş uygarlığa” yöneldi. O, çağdaş uygarlığı “muasır medeniyet” diye adlandırıyordu. 1920’lerde muasır medeniyete yönelmek demek, doğal olarak Batı’ya yönelmek demekti. Atatürk, ulusal kültürü işleyip geliştirerek “muasır medeniyet düzeyine ulaşmak, hatta o düzeyi aşmaktan” söz ediyordu.

Bir konuşmasında şöyle demişti: “Efendiler, medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak hayat şartıdır. Bu yol üzerinde duraklayanlar veya ileriye değil geriye bakmak cehalet ve gafletinde bulunanlar, medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar... (ATABE, C.16, s.288)

Atatürk, Ziya Gökalp’in aksine, kültür-medeniyet ayrımı yapmadan “tek medeniyet” olduğunu ve o medeniyete katılmak gerektiğini belirtiyordu. “Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve milletin ilerlemesi için tek medeniyete katılması lazımdır.” (ATABE, C. 16, s. 148)

Atatürk, Türkiye’yi işte o “tek medeniyete” katabilmek için, siyasetten hukuka, eğitimden ekonomiye, kültür-sanattan toplumsal hayata; kılık kıyafetten harflere, ölçülerden hafta sonu tatiline kadar bir dizi devrim yaptı. Bu dönüşümü sağlarken siyaseti, hukuku, eğitimi laikleştirdi. Böylece Türkiye çağdaş uygarlığa yöneldi. Medreseleri, tekke zaviye ve türbeleri, tarikatları ve cemaatleri kapatarak aklın ve bilimin önündeki engelleri ortadan kaldırdı. Böylece aklı özgürleştirdi. Özgür akılla çağdaş uygarlığa yönelmek; işte gerçek kurtuluş buydu.

Bu sırada Batı’dan alınan kanunlarsa sanıldığı gibi sadece Batı’nın malı değil, Doğudan Batıya binlerce yıl içinde gelişip olgunlaşan o “tek medeniyetin” ortak ürünleriydi.

Atatürk bugün “çağdaş değerlerimizde” yaşıyor. Akıl, bilim ve çağdaş uygarlık düşmanları, dün olduğu gibi bugün de Atatürk’ü öldürmek istiyor.

Atatürk, Nasıl ve Nerede Yaşıyor?


Şöyle anlatayım!

Atatürk bugün,1915’te Anafartalar Kahramanı olduğu Çanakkale’de, 1916’da kurtardığı Muş ve Bitlis’te, 1918’de ilk direniş yuvalarını kurduğu Adana’da, 1919’da Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı Samsun’da, 1919’da genelge yayımladığı Amasya’da, kongreler topladığı Erzurum’da ve Sivas’ta, 1921’de Sakarya Zaferi’ni kazanan ordunun başkomutanı olarak Haymana’da, 1922’de Büyük Zaferi kazanan ordunun başkomutanı olarak Afyon Kocatepe’de, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren vatan kurtarmış kahraman ordunun gazi mareşal başkomutanı olarak İzmir’de, Ege’de, Akdeniz’de, 6 Ekim 1923’te İstanbul’u yeniden fetheden şanlı ordunun başkomutanı olarak İstanbul’da, 13 Ekim 1923’te başkent ilan edilen Ankara’da, 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle kontrol ettiği Boğazlarda, 1938’de kurtardığı, 1939’da anavatana katılan Hatay’da yaşamaya devam ediyor. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’yla yeniden vatan yaptığı Misak-ı Milli sınırları içinde, Edirne’den Ardahan’a her karış vatan toprağında yaşıyor. Atatürk vatan sevgimizde, bağımsızlık idealimizde, ulusal onurumuzda yaşıyor.

Atatürk, 1920’de Ankara’da açtığı TBMM’de, 1923’te ilan ettiği cumhuriyette, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen anayasa maddesinde; “ulusal egemenlik” düşüncemizde yaşıyor.

Atatürk, ulus bilincimizde, ulusal birlik ve bütünlüğümüzde, yurttaşlık bağımızda yaşıyor.

Atatürk, Türk Medeni Kanunu’nda; mahkemede, okulda, işte, evde erkekle eşit muamele gören tüm kadınların haklarında, seçme ve seçilme hakkına sahip kadınlarımızın özgür iradesinde yaşıyor.

Atatürk, çağdaş kanunlarımızda yaşıyor. Laik hukukta, laik eğitimde yaşıyor. Kız ve erkek çocuklarımızın yan yana oturup karma eğitim gördükleri sınıflarda yaşıyor. Atatürk, eşit birey olmasını sağladığı kız çocuğunun bilincinde yaşıyor.

Atatürk, kullandığımız harflerde, rakamlarda, ölçülerde, hafta sonu tatillerimizde, soyadlarımızda yaşıyor. Atatürk, çağdaş kılık kıyafetimizde, kadınlı erkekli oyunlarımızda, danslarımızda, ulusal müziğimizde, derlettiği türkülerimizde yaşıyor. Atatürk, Artvin’de “Atabarı”nda yaşıyor.

En hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyen Atatürk, bilim ve teknoloji adına sahip olduğumuz her şeyde, giyinişimizden görünüşümüze tüm uygar yaşamımızda... Ülkemizdeki resim heykel sergilerinde, yazılan romanlarda, bestelenen şarkılarda, tiyatrolarda, müzelerde, kütüphanelerde, kültür-sanat merkezlerinde, tüm çağdaş okulların sınıflarında, koridorlarında yaşıyor. Atatürk, sahneye çıkan kadının duruşunda yaşıyor.

Atatürk, kökleri bu toprağa bağlı tüm bilim insanlarımızın, sanatçılarımızın, yazarlarımızın, aydınlarımızın bilincinde yaşıyor. Atatürk, bu ülkeye ve insanlığa katkıda bulunan, kadın-erkek her yurttaşımızın başarısında yaşıyor. Atatürk, Anadolu’nun küçük bir ilçesinden çıkıp Nobel’e uzanan Aziz Sancar’da yaşıyor.

Üreten köylü milletin efendisidir” diyen Atatürk, bu topraklara atılan her tohumda, ekilen her tarlada, hasat edilen her üründe, üreten köylünün alın terinde yaşıyor. Büyük bölümü yok edilen AOÇ’ta yaşıyor. Yalova’da kestirmediği o çınar ağacının gölgesinde yaşıyor.

Atatürk, kapatılan Sümerbank’ta, Etibank’ta, bu ülkenin tüm fabrikalarında, iyice azalan yerli üretimde, demiryollarında, çıkarılan madenlerde, işçinin emeğinde yaşıyor. Atatürk, -bugün dünyadaki en önemli Türk şirketlerinin biri durumundaki- 1924’te kurduğu İş Bankası’nda yaşıyor.

Atatürk, THK’nın çürümeye terk edilen uçaklarında, kapatılan Hıfzıssıhha’nın laboratuvarlarında, İstanbul Üniversitesi’nin koridorlarında, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, TDK ve TTK’nın kuruluş felsefesinde yaşıyor. Atatürk, çok önem verdiği güzel Türkçemizde, türettiği Türkçe terimlerde yaşıyor. Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırdığı “Hak Dini Kuran Dili” adlı Kuran tefsirinde yaşıyor. Atatürk, ülkesini seven her Müslümanın duasında yaşıyor. Atatürk, tarih bilincimizde yaşıyor.

Atatürk, ülkemizde artık yok olmaya yüz tutan fırsat eşitliğinde, liyakatte, her haklı ve meşru direnişimizde yaşıyor.

Yurtta barış dünyada barış” diyen Atatürk, insanlık ve barış idealimizde yaşıyor.

★★★

Atatürk vatan sevgimizde, bağımsız ve laik cumhuriyet aşkımızda, ulus bilincimizde, toplumsal birlik bütünlüğümüzde, kadınlarımızın haklarında, çiftçimizin alın terinde, işçimizin emeğinde, tüm çağdaş değerlerimizde yaşıyor. Atatürk, bu vatana, bu ülkeye ve bu Cumhuriyete gerçekten bağlı insanların sönmeyen umudunda, bitmeyen mücadele azminde yaşıyor. Atatürk yaşamıyor olsa, birilerince her gün yeniden öldürülmek istenir miydi hiç?