Türklerin, Müslüman Araplarla temasları dört halife döneminde gerçekleşir. Ömer döneminde Arapların Türkistan’a fetihleri başlar, Osman döneminde ve hatta Muaviye-Ali iç savaşının yaşandığı dönemde Ali’nin valileri tarafından Türk topraklarına Arap akınları devam eder. Emevîlerin 8.yy’ın başlarında İran bölgesini fethederek Maveraünnehir’e ulaşmasıyla Türkler ile Araplar arasındaki çatışmalar sertleşir.

Türkler, birçok boydan ve devletten oluşur. Arapların ilk teması bölgedeki Türgiş ve Hazar Türkleri’yle gerçekleşir. Bahsi geçen bölgede, Aryâni halkların yaşadığı, Türklerin kontrolündeki şehir devletleri bulunur. Türk-Arap savaşları bu şehirlerin kontrollerini sağlamak adına özellikle Türgişlerle Emevîler arasında yaşanır. Şehirler birçok kez el değiştirir ve bölgede hiçbir zaman tam anlamıyla bir Emevî hâkimiyeti görülmez. Zulümleriyle anılan Emevî Komutanı Kuteybe b. Müslim’in 706-715 yılları arasında bölgede yaptığı katliamlar, Türkleri ve Aryâni halkları Müslümanlaştırmaktan ziyade İslam’a karşı düşman hale getirir.  Emevîlerin Gök Türklerle tek teması yine Kuteybe komutanlığındaki bir savaşta yaşanır ve Kül Tekin komutasındaki Gök Türkler Emevîleri Maveraünnehir’de yener. Arapların bölgede tam bir hakimiyet kurmasını ve Araplaşmasını önleyen Türgiş Kağanı büyük lider Suluk Çor, Araplar tarafından Ebu Müzâhim (sıkıntı verenlerin babası) olarak adlandırılır.

Türk-Emevî savaşları, Emevîler 750 yılında yıkılıncaya kadar devam eder. İslam devletinin yönetimini Abbasi Hanedanlığı ele geçirince, Türk-Arap ilişkilerinde yeni bir sayfa açılır. 751 yılında Araplar ile Çinliler arasında yaşanan Talas Muharebesi’nde Karluk Türkleri Abbasilerin yanında yer alarak (Çin kaynaklarına göre taraf değiştirip Çin ordusuna arkadan saldırarak) Abbasilerin zaferini sağlamışlardır. Bu savaşla, Karluk Türkleri İslamiyet’i daha yakından tanıma fırsatı bulmuş, az da olsa bir kısmı İslamiyet’i kabul etmiştir. Sekizinci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen bu hadiseler sonucunda, Türklerin kılıç zoruyla Müslümanlığı benimsediği iddiası ne kadar gerçekçidir?

Öncelikle Arapların teması tüm Türklerle değil Türklerin çok küçük bir kısmıyladır. Arapların, Maveraünnehir’deki halkının çoğunluğu Türk olmayan şehir devletlerinde yaptıkları katliamların, iç Asya’daki Gök Türkler gibi güçlü Türk devletlerinde korkuya yol açmayacağı aşikardır. Kaldı ki, Arapların iç Asya’ya girecekleri bir orduları yoktur.

İkincisi, Emevîlerin Maveraünnehir’de gerçekleştirdiği fetihlerin İslamlaştırmaktan ziyade ganimet odaklı olduğu görülmektedir.

Üçüncüsü, Türklerin ilk kez topluluklar halinde İslam’a geçişleri Araplarla karşılaştıktan 300 yıl sonrasına denk gelmektedir. Burada da tüm Türklerin değil farklı boyların çok farklı zamanlarda yüzyıllara yayılmış bir süreçte İslam’ı kabul ettiğini görüyoruz.

GÖZARDI EDİLEN HUSUS

Kırk yılı aşkın dini düşüncenin teorik kısmıyla meşgul olmuş, pratik yönüyle de sahada yıllarca çalışmış biri olarak şu tespiti yapmak zorundayım: Günümüzde dahi kullanılan genel ifadeler örneğin, “yüzde 95’i Müslüman olan ülke gibi” gerçeği çoğu zaman yansıtmamaktadır. “Yüzde 95’i Müslüman olan ülke” ifadesini yüzyıllar sonra okuyanlar, bu yüzde 95’in tamamının aynı şekilde inandığını, aynı şekilde bağlandığını, aynı şekilde yaşadığını zannedecektir. Oysa İslam denilince ne anlaşıldığı ve ne düzeyde bilindiği, pratiklerinin ne olduğu ve ne kadar uygulandığı vb. hususlar öylesine kişiye özgüdür ki, toplum adına genellenemez.  Kaldı ki, yüzyıllar öncesinin bilimsel yöntem anlamında kısıtlı imkanlarıyla yazılmış metinleri okurken bu hususlar özellikle dikkate alınmalıdır. Türkler “İslamiyet öncesi inançlarıyla İslam’ı örtüştürdükleri için İslam’ı kolaylıkla benimsediler” önermesi, üzerinde çok düşünülmemiş bir genelleme olur. Diğer taraftan benzerlik bulmak isterseniz yeryüzündeki bütün dinler arasında onlarca benzerlik bulabilirsiniz. Bu durum bir milletin asırlarca süren dini dönüşümünün esaslı bir gerekçesi gibi görünmüyor.

Türkler, önce İslam devletiyle sonrasında Müslüman olmuş Fars halklarıyla yüzyıllar boyunca siyasi ticari ve askeri etkileşim içinde bulundu. İslam dini tıpkı diğer Sami dinler gibi kadim toplumların dinlerine nazaran çok daha sistemik, insanların uhrevi ve dünyevi ihtiyaçlarını karşılayabilecek niteliktedir. Aynı zamanda İslam bir tebliğ dinidir. Yani bilinme amacı vardır. Türklerin Müslümanlaşmasını maddeleştirerek sebeplendirmek yerine yüzyıllara yayılmış bir etkileşim süreci olarak görmek en doğrusudur.