İstiklal Caddesi ve Beyoğlu biz taşrada büyüyenler için mistik bir hayaldi.

Aynı zamanda (Yeşilçam filmlerinden, bayramlarda gelen renkli İstanbul kartpostallarından olsa gerek) hiç gitmediğimiz halde, orada yaşıyormuş gibi tanıdığımız bir mekandı.

Yaz tatillerinde İstanbul’a gidebilen arkadaşlarımız, döndüklerinde Taksim Atatürk Anıtı’nda, muhteşem mimarisiyle İstiklal Caddesi’nde, Yeşilçam Sokağı’nda, Galata Kulesi’nde, Sultanahmet Meydanı’nda çektirdikleri fotoğrafları gösterip, büyük bir kısmı abartı olan İstanbul anılarını anlatır, bizi kıskandırmaya çalışırdı.

Kıskanırdık, inanmazdık ama yine de can kulağıyla dinlerdik. Zira yoğunlaştığımız şey onların anıları değil İstanbul’la, Beyoğlu’na dair detaylar olurdu.

İstiklal Caddesi’ne, Beyoğlu’na olan hayranlığım o yıllara dayanır.

Çocukluğumdan kalma bir inançla, o mahalleyi mutlu, huzurlu, neşeli insanların güven içinde yaşadığı bir mekan olarak kafama kazımışım.

Bu yüzden İstanbul’a gittiğimde fırsat buldukça gider, Atatürk Kültür Merkezi’nden Galata Kulesi’ne kadar yürür ve dönerim.

Geçen Cumartesi günü öğlen, Pazar günü sabah saatlerinde de aynı şeyi yaptım.

Yerlisiyle yabancısıyla herkes adeta İstiklal Caddesi’ne akın etmişti.

Kalabalıktan yürümekte zorlansam da kahvecilerde oturacak yer bulamasam da kitapçıları, sahafları gezip, bir kez daha çocukluk hayalime kavuşmuşçasına mutlu olmuştum.

Pazar günü terör saldırısının haberini aldığımda İstanbul’dan ayrılmak üzere havalimanındaydım.

İlk gözümün önüne gelen o kalabalık oldu.

Ankara’da Merasim Sokak, Kızılay ve Gar’daki bombalı saldırılarda olay yerlerini patlamalardan kısa süre sonra görmüş bir gazeteci olarak, patlamadan sonra yaşanabilecekleri tahmin ettim.

Sonra muhabir arkadaşlarımızdan görüntüler gelmeye başladı.

Canım çok sıkıldı.

Daha o sabah İstiklal Caddesi’nde yaşadığım huzur ve güven hissi yerini umutsuzluğa bıraktı.

“Biz bu beladan hiç kurtulamayacak mıyız” diye kendi kendime mırıldanmaya başladım.

Terör örgütü, çoluk çocuk demeden bir kez daha huzurumuzu hedef almış, bu topraklardaki herkesi güvensizlik hissiyle birlikte umutsuzluğun girdabına sürüklemeyi amaçlamıştı.

İlk temennim ölü olmamasıydı ama kısa süre sonra ölülerin olduğunu öğrenince umutsuzluğum ve üzüntüm daha da arttı.

İkinci temennim, iktidarın ve muhalefetin saldırının amacının zaten ekonomik kriz nedeniyle kırıntılarıyla idare ettiğimiz umudumuzu yok etmek olduğunu anlayabilmesiydi.

İkinci temennim de boşa çıktı.

Zira saldırı seçim öncesindeydi ve sadece iktidar ve muhalefet mensupları değil, sokaklarda insanlar da “kime yarar” diye bakıyordu.

Ecrin 9 yaşında, Yağmur 15 yaşında koşa oynaya geldikleri Beyoğlu’nda kalleşçe bir saldırı sonucunda yaşamını yitirmişti ama birileri bunu görmek yerine “seçimlerde kime yarar” sorusu üzerinden siyaset yapıyordu.

Bu kez “biz bu çirkin siyaset tarzından hiç kurtulamayacak mıyız” diye sormaya başladım.

Saldırının önlenemediği, Ecrin’in, Yağmur’un yaşatılamadığı gerçeği keskin bir bıçak gibi yüreğimize saplanmışken, iktidar mensuplarının failleri hemen yakalamakla övünmesi neye yarar?

Muhalefetin, ülkenin yol geçen hanına dönüştürülmesi ve iktidarın saldırıyı önleme konusundaki kusurları üzerinden kurduğu cümleler, Ecrin’i ve Yağmur’u geri getirir mi?

Bu topraklarda yaşayan insanlar, birkaç yıldır zaten ekonomik krizin neden olduğu mutsuzluğun girdabında hayatta kalmaya, umutlarını yitirmemeye çalışıyor.

Terör örgütü seçim arifesinde o umut kırıntılarını da hepten yok etmek istiyor.

Mesele buna müsaade edip etmeyeceğimizdir.

Bu ülke, bu halk 40 yıldır terörle savaşıyor ve umudunu hiç kaybetmedi.

Siyasetçiler ve aşırı politize olmuş insanlar kanlı bir terör saldırısı üzerinden “kime yarar” kavgasına son vermez, terörün sonuçlarından siyasi sonuçlar elde etmeye çalışırsa kalan umut kırıntılarını da kaybederiz ve hepimiz umutsuzluğun yaratacağı ağır yükün altında kalırız.