Üniversite yıllarında bürosunda çokça vakit geçirdiğim Avukat Fatih Yamen, kuzen Çağatay Taşkın Yamen’in hazırladığı “Son Enstitüler” belgeselinde ilginç bir anekdot anlatır:

İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır.

Yoksulluk had safhadadır ve Cilavuz Köy Enstitüsü’nün ihtiyaçları da yöre halkı tarafından karşılanmaktadır.

Okula en büyük desteği veren insanlardan biri de Kafkas (Ahılkelek) göçmeni Şaduman Yamen’dir.

Bir akşam Şaduman Dede’nin kapısı çalar.

Genç bir delikanlı nefes nefese kapıya dayanmıştır.

Allah misafiri der ve eve alır Şaduman Dede.

Hiçbir şey sormaz. Karnını doyurur ve bir yatak açmalarını söyler.

Aile mensupları, kim olduğunu, neci olduğunu sormadan böyle yaptığı için Şaduman Dede’ye tepki gösterirler. O evin reisi olarak kararında diretir.

Sabah olduğunda delikanlıyı karşısına alır ve “Kimsin, necisin? Nedir sorunun?” diye sorar.

Delikanlı, “Köy Enstitüsü öğrencisiyim. Hırsızlık yaptığım için okuldan atıldım. Okuluma dönmek, öğretmen olmak istiyorum. Kars’tan memlekete dönmeyip 25 kilometrelik yolu geri yürüdüm. Gidecek yerim yoktu, size geldim” karşılığını verir.

Gece evde bir hırsızı ağırladığını öğrenince de soğukkanlılığını bozmaz Şaduman Dede.

“Kalk karnını doyur, Ensitütüye gidiyoruz” der.

Birlikte Enstitü Müdürü Halit Ağanoğlu’nun kapısını çalarlar.

Ağanoğlu, bir gün önce yüz kızartıcı suçtan okuldan attıkları delikanlıyı okulun en önemli destekçilerinden Şaduman Dede’nin yanında görünce biraz şaşırır.

“Halit Bey, bu arkadaş okumak istiyor” der Şaduman Dede.

Ağanoğlu, haklı olduğunu düşünerek kararlılıkla “Olmaz Şaduman Bey. Bu çocuk üç kez arkadaşlarının dolaplarından hırsızlık yaptı. O nedenle atıldı” karşılığını verir.

Şaduman Dede, “Bu okulu bitirirse hırsız değil öğretmen olur, atarsanız hırsız olur. Memlekete bir hırsız değil öğretmen kazandırın” der.

Sonunda Ağanoğlu ikna olur ve delikanlıyı yeniden okula alır.

Delikanlı okulu bitirir ve öğretmen olur.

Ağanoğlu, yaşamı boyunca eğitimin önemini anlatırken bu hikâyeyi anlatır.

★★★

İstanbul Bahçelievler’de bir bakkalın, çikolata çaldığını söylediği iki çocuğu, Türk bayrağının önünde fotoğraflayıp teşhir ettiği haberini okuyunca aklıma Şaduman Dede ile Halit Ağanoğlu arasındaki “hırsız öğrenci” diyaloğu geldi.

Bakkal, çocukları yakaladıktan sonra duvarın dibinde zorla fotoğraflarını çekmiş. Sonra da “Bakkalına sahip çık” isimli Facebook grubunda paylaşmış. Grubun tam 27 bin üyesi varmış.

Çocuklar çikolata çalarak suç işlemiş olabilir.

Ancak bu suça karşı başka bir suçla yanıt vermek, kabul edilebilir bir şey değil.

O çocukların fotoğrafları reşit olmadıkları için kendi rızaları dahi olsa çekilemez. Ancak ailelerinin izniyle fotoğrafları çekilebilir, ailelerin izniyle sosyal mecralarda paylaşılabilir.

İstanbul Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Merkezi üyeleri Süreyya Kardelen Yarli, yapılanan “Çocuk İstismarı” olduğunu söylemiş.

Evet çocuklara yapılan şey, ceza yasası açısından ciddi bir “suç” ama aynı zamanda sosyolojik açıdan korkunç bir “kötülük”.

Düşünün bir tarafta, ikinci dünya savaşı yıllarında hırsız bir çocuğu öğretmen yapıp topluma kazandırma çabası, diğer tarafta uzay çağında iki çocuğa karşı çağ dışı bir cezalandırma yöntemi.

O çocukları bu hale sokan bakkal, “afiyet olsun çocuklar. Bir dahaki sefere çalmanıza gerek yok. İstemeniz yeterli” demeyi de deneyebilirdi. Hatta bu durumla çok karşılaşıyorsa, “askıda çikolata” kampanyası dahi başlatabilirdi.

Ancak bunun yerine organize bir kötülüğü seçti.

İnsan böyle haberleri okuyunca “Neşeli Günler” gibi kült filmlere konu olan o muhteşem mahalle esnafını anımsayıp, ister istemez “Biz ne zaman bu kadar kötü olabildik? Nasıl bu kadar kötüleşebildik? Nasıl bu kadar acımasız olabildik” diyor.

Ne zaman?

Nasıl?