Türkiye ekonomisi, 1946’dan beri çok iyi yönetildi, ama maalesef AKP gelince işler kötüleşti gibi bir tespite katılmıyorum. Ne büyüme, ne gelir dağılımı, ne istihdam, ne enflasyon ne de TL’nin değer kaybı metrikleri böyle bir tezi desteklemiyor. Türkiye ekonomisinde işlerin nispeten iyi veya kötü gittiği yıllar olmuştur. Ancak AKP’nin iktisat politikasını, geçmiş dönemlerden ayıran “çok kötü” bir farkı vardır. AKP, ne pahasına olursa olsun yatırım yapmayı marifet sandığından, gereksiz dış borç alarak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına sokmuştur. En az bunun kadar vahim diğer değişim de özelleştirme adı altında, gerek banka gerek sanayi sektöründe faaliyet gösteren kuruluşun yabancıların eline geçmiş olmasıdır. Bu sebeple dış borçlara ilaveten mülkiyet devri yoluyla dış yükümlülükler yaratılmıştır. Enflasyon/devalüasyon düzeltmeleri yapılarak “TC’nin bilançosu” çıkartılsa, ülkemizin kabaca 500 milyar dolar net “dış yükümlülüğü” olduğu görülecektir. Bu yükümlülüğün Türkiye ekonomisine yükü, yabancıların %8 getiri beklentisiyle hesaplansa yılda 40 milyar dolar eder. Yani %85’i emek girdisiyle yaratılan GSYH’mızdan her yıl 40 milyar dolar “faiz ve kâr” olarak öyle veya böyle dışa akmaktadır. Bu miktar, cari açığımızdan büyüktür.

FİRMASINI SATAN GİRİŞİMCİLER

İş hayatı, bisiklete binmek gibidir. Ekonominin engebelerine ve rekabetin ittirmelerine rağmen firmanın dengede kalması için pedal çevirmek gerekir. Buna “durma, düşersin” ilkesi denir. Durmamak, sürekli büyümek yani yatırım yapmaktır. Her yatırım, hem bir imkan, hem de bir külfettir. Aile işletmelerinin kurucu babaları, eğer çok güvendikleri varisleri yoksa, yaşları ilerledikçe kurdukları işten “şerefli bir çıkış” yolu aramaya başlar. Bu şerefli çıkış yolunun en kârlısı, hisselerinin önemli bir kısmını yabancı bir firmaya satıp onunla ortak olmaktır. Bu ortaklık, yerli firmanın tümünün yabancının eline geçmesiyle sonuçlanabilir. Yabancı firmalar, yerli banka veya sanayi firmalarını satın alırken, yerli patronların “rüyasında görse inanmayacağı” kadar yüksek paralar ödemeye hazırdır. Çünkü onlar sadece firmanın düşük emek maliyetiyle üretim yapacağı tesisi/bankayı değil, onun pazar payını da satın alma peşindedir. Satın alan yabancının, teknik bilgisi zaten yerliden çok üstündür, üstelik dünyaca bilinen bir markaya sahiptir. Vereceği para onu zorlamaz, kaldı ki onu da çok ucuza finanse eder.

PATRONLAR FİRMA SATIŞINDAN GELEN PARAYI NE YAPAR

Türkiye, Osmanlı’dan beri zenginler için tekin bir ülke değildir. İktidarı elinde tutanlar, kendilerini zenginlerin doğal ortağı olarak görür. Mutlaka onlardan pay ister. Bu sebeple her yerli patronun hatta aslında her garibin hayali, kendisinin ve ailesinin geleceğini güvenceye almak için, yurtdışında servet sahibi olmaktır. Yabancılara hisse satışı yapmak, vergi ve sair engelleri aşmada patronlara harika çözümler sunar. Bunlardan da yararlanılarak yurtdışından “gelen” paranın (dolarların) önemli bir kısmı, satıştan sonra geldiği gibi yurtdışına “gider”. İşin hazin tarafı bu paralar çoğu zaman, vergi kaçırma veya vergiden kaçınma dürtüsüyle, saçma sapan vergi cennetlerinde, sıfır veya sıfır altı “reel” getiriyle menkul ve gayrimenkul yatırımlarına bağlanır. Bu işleri de Zürih, Cenevre veya Londralı avukatlar yüksek danışma ücretleriyle, kendini değil müşterisini riske sokarak yapar.

Son söz: Bozuk düzen, bozuk düzen doğurur.